
Ateş Altında Tanıklık: Ayşenur Ezgi Eygi’nin Katledilişinin Ardından
Bir yıl önce, 6 Eylül 2024’te Batı Şeria’nın Beyta kasabasında düzenlenen barışçıl bir gösteride, 26 yaşındaki insan hakları savunucusu Ayşenur Ezgi Eygi’nin yanındaydım. Merhameti ve yaşam enerjisiyle çevresindekilere ilham veren Ayşenur, Seattle’da büyümüş, Washington’da üniversite eğitimi almıştı. Eşi Washington’daydı, ailesi Türkiye’deydi. Dolayısıyla hem ABD’de hem de Türkiye’nin Didim ilçesinde ailesi bulunuyordu.
Bir İsrail keskin nişancısı Ayşenur’u başından vurdu. İsrail işgal güçleri bunun bir kaza olduğunu iddia etse de ben oradaydım. Bu, soğukkanlı ve hedef alınmış bir infazdı. Bir sosyal hizmet eğitmeni, anne ve anneanne olarak, hem o gün hem de sonrasında Batı Şeria’da geçirdiğim iki ay boyunca tanık olduğum vahşetlere hiçbir şekilde hazırlıklı değildim. On yıllardır öldürülen, yerinden edilen, mülksüzleştirilen ve işkence gören tüm insanlar adına ve Ayşenur’un hatırasına saygı için tanıklıklarımı paylaşmayı bir sorumluluk olarak görüyorum.
Beyta’daki Protestolar
Beyta’daki protestolar, gasp edilen Filistin toprakları üzerine kurulan yasadışı İsrail yerleşimlerini reddetmek amacıyla Mayıs 2021’de başladı. O tarihten bu yana düzenlenen gösterilerde en az 17 Filistinli hayatını kaybetmişti. Ayşenur’un öldürülmesinden iki hafta önce, başka bir uluslararası gönüllü bacağından vurulmuştu. Silahlı askerlerle yüzleşmeye kendimi hazırlıksız hissediyordum. Bu nedenle Ayşenur ile birlikte kalmaya, olayları güvenli olduğunu düşündüğümüz bir mesafeden kaydetmeye karar verdik. Ancak kısa sürede anladık ki aslında güvenli bir mesafe yoktu.
Protesto başlamadan önce Filistinli yaşlılarla kahve içip sohbet ettik. Haftalar sonra Ayşenur’un eşi Hamid, onun eşyalarının arasında bulduğu kâğıt bardak ve hurma çekirdeğinin fotoğrafını bana gönderdi. Onların orada bulunma sebebini açıklamaya çalışırken hissettiği acıyı derinden hissedebiliyordum.
Namazın ardından yaşlı erkekler ayrıldı. Bu kez, bazıları henüz 13 yaşında olan Filistinli gençler, bir ambulansın beklediği yola doğru yürüdüler. Gözlerinden çok şey okunmasa da, ambulansın orada bulunması yaralanmaların ya da ölümlerin beklendiğini açıkça gösteriyordu. Uzak bir tepede ağır silahlarla donatılmış İsrail askerleri vardı, ancak protestocular silahsızdı ve yüzlerini gizlemiyorlardı. Askerlerin yüksek noktalarda konuşlandığını fark etmiştik, fakat yakınlardaki çatıların üzerine yerleştirilmiş keskin nişancıları görememiştik.
Kasıtlı Hedef
Ayşenur’la birlikte yavaş adımlarla yakındaki bir zeytinliğe yöneldik, yanımızda sadece kameralarımız vardı. Çok geçmeden, hiçbir uyarı olmadan, İsrail askerleri önce gaz bombaları, ardından gerçek mermilerle ateş açmaya başladı. Panik içinde zeytinliğe koştuk, ardından güvenli olduğunu umduğumuz bir tepe yamacından aşağı inmeye çalıştık. Bir zeytin ağacının altında durup nefeslenmek istedik. O ağaç, sanki barışın ve kök salmanın simgesiydi. Kısa bir sessizlik oldu. Ardından tek bir kurşun sesi duyuldu. Ayşenur aniden yere yığıldı. Yanına koşup bedenini çevirdiğimde şakağından vurulduğunu gördüm. İşte o an, İsrail işgalinin vahşeti bütün gerçeğiyle gözlerimin önünde açığa çıktı.
Ayşenur, hastaneye götürülürken yolda hayatını kaybetti. Daha sonra, protestoların yapıldığı parkın yakınında yaşayan, on çocuk babası 65 yaşındaki Munir Khader’in tanıklığını okudum: “Asker silahı sehpanın üzerine koyduktan sonra yalnızca iki el ateş etti. Keskin nişancı ateşinden sonra ellerini havaya kaldırıp zafer işareti yaptığını gördüm. Arkadaşına işaret etti, o da ona karşılık vererek iyi iş çıkardığını belirtti, sanki avladıkları bir insan değil de bir hayvandı.”
Askerin arkadaşlarıyla sergilediği o kendini tebrik eden, insanlıktan uzak tavır, bana İsrail rejimi ile Batılı müttefikleri arasındaki ilişkiyi hatırlattı. Sağlık ve insani yardım görevlilerinin katledilmesi, gazetecilerin hedef alınması, zorla aç bırakma, sürgün, etnik temizlik ve soykırım… İsrail bütün bu savaş suçlarını adeta bir gurur nişanı gibi kutluyor. Batılı hükümetler ise zaman zaman göstermelik “pişmanlık” açıklamaları yapsalar da İsrail’e diplomatik, ekonomik ve askerî destek vermeyi sürdürüyor. Birleşmiş Milletler’in İsrail’i yaptırımla cezalandırma girişimleri de hep sonuçsuz kaldı; çünkü en büyük müttefiki Amerika Birleşik Devletleri, her seferinde veto hakkını kullanarak İsrail’i korudu.
Hayatın Ötesinde Sistematik Şiddet
Ayşenur’un öldürülmesi kasıtlıydı. İsrail savaş suçlarına karşı ses çıkaranları susturmayı amaçlıyordu. Bu olay münferit bir saldırı değildi; onlarca yıldır Filistinlilere yönelen sömürgeci ve yerleşimci şiddetin sistematik bir parçasıydı. Ayşenur’un bedeninin bulunduğu hastane morgunda, evinde oyun oynarken bir İsrail keskin nişancısı tarafından vurulan 13 yaşındaki Filistinli Bana Amjad Bakr’ın cansız bedeni de yatıyordu. Bundan sadece birkaç hafta sonra, 59 yaşındaki Filistinli anne Hanan Ebu Salame, kendi arazisinde zeytin toplarken vurularak öldürüldü. Bu savaş suçlarının sürekliliği, uluslararası medyada neredeyse hiç yankı bulmadı. Uluslararası toplumun sessizliği ve Ayşenur’un öldürülmesi karşısında hesap sorma konusundaki isteksizliği, aslında çok daha derin bir ahlaki boşluğun göstergesiydi.
Travma konusundaki mesleki birikimim yaşananları anlamlandırmaya yetmiyordu. Burada söz konusu olan, yıllardır süregelen planlı ve kesintisiz bir baskı düzeniydi. İnsanların ruhunu, ekonomisini ve bedenini hedef alan sistematik bir şiddet vardı. Travma sonrası stres bozukluğu yalnızca güvenli bir yere sığınabilenler için geçerli bir tanıdır. Filistinliler içinse travma hiç bitmeyen ve her gün yeniden yaşanan bir gerçeklik.
Ayşenur’un Mirası
Batı Şeria’dan ayrıldıktan sonra Türkiye’ye gittim ve burada Cumhuriyet Savcılığına tanık ifadesi verdim. Türkiye hükümeti, Ayşenur’un öldürülmesine ilişkin delilleri Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne, Uluslararası Adalet Divanı’na (ICJ) ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (ICC) sunmayı taahhüt etti.
Türkiye’de bulunduğum süre içinde Didim’de Ayşenur’un yas tutan ailesiyle buluştum ve birlikte mezarını ziyaret ettik. Acıları tarifsizdi, ancak adalet mücadeleleri sürüyordu. Türkiye’de kaldığım dönemde kadın örgütleriyle, üniversitelerle ve hem Türk hem de Avustralya medyasıyla konuşma fırsatı buldum.
Geçen yıl Aralık ayında Avustralya’ya döndüm, fakat kararlılığım hiç değişmedi. Ayşenur için, ailesi için ve Filistin’de adalet için sesimi yükseltmeye devam edeceğim.
Öldürülmeden yalnızca bir gün önce Ayşenur, çabalarının bir fark yaratamayacağından kaygı duymuştu. Bugün ailesi, derin yasları içinde, ABD hükümetine karşı adalet mücadelesini sürdürüyor. Ayşenur’un mirası, tıpkı yirmi yıl önce İsrail buldozeri tarafından katledilen ve yine Washington kökenli genç bir insan hakları aktivisti olan Rachel Corrie’nin mirası gibi, cezasız kalan siyasî ve sistematik şiddet karşısında ısrarlı bir savunuculuğun ne kadar hayati olduğunu ortaya koyuyor. Ne yazık ki aralarında benimki de olan pek çok hükümet, İsrail rejimine hâlâ diplomatik, ekonomik, istihbarî ve askerî destek sağlamayı sürdürüyor.
Uluslararası toplum, Batılı müttefiklerinin desteğini arkasına alan İsrail’in onlarca yıldır işlediği savaş suçlarını durdurmayı başaramadı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri António Guterres’in de vurguladığı gibi, tanık olduğumuz şey yalnızca bir insani kriz değil, aynı zamanda “küresel vicdanı sarsan bir ahlaki krizdir.” Guterres, uluslararası toplumun büyük bölümünde görülen kayıtsızlık ve eylemsizlik karşısında şaşkınlığını dile getirerek “Merhametin yokluğu. Hakikatin yokluğu. İnsanlığın yokluğu.” sözleriyle tepkisini ortaya koydu.
Ayşenur’un ölümü ise umudumu azaltmadı. Aksine, onun mücadelesini sürdürme azmimi güçlendirdi. Onun hatırası, adaletin, merhametin, hakikatin ve insanlığın hâkim olduğu bir dünya için verdiğim mücadelede bana yol göstermeye devam ediyor.
* Bu makale, İngilizce aslından Türkçeye tercüme edilmiştir.
**Helen O’Sullivan, Avustralya’da anne, anneanne, ruh sağlığı eğitmeni ve üniversitede sosyal hizmet alanında öğretim görevlisidir.
İletişim: [email protected]