Eğitimin Dekolonizasyonu Üzerine II

Eğitimin Dekolonizasyonu Üzerine II

Aslan yazma öğrene kadar her hikâyede anlatılan, avcının zaferi olacak.

Afrika Atasözü 

“Eğitimin Dekolonizasyonu” yazı dizisinin ilkinde kavramsal tanımlamalar, bilginin üretimi ve dolaşımı ve Batı’daki bilimsel çalışmaların insanı ve insanlık tarihini ayrıştırıcı ve üstenci yaklaşımlarına değinmiştik. Serinin ikinci yazısında ise, ilk yazıda belirttiğimiz üç aşamalı sömürgecilik sürecinin özellikle ikinci aşamasından itibaren ortaya çıkan dönemde, eğitimin ve bilginin nasıl sömürgeleştirildiğine ilişkin yöntemler ve tarihsel örnekler üzerinde duracağız. Bunun yanında, zihinlerimizi dekolonize edebilmek için gerekli olan “epistemik bilinç” kavramını da ele alacağız.

Bilginin (epistemik) sömürgeleştirilmesinde 18. yüzyıl şüphesiz kritik bir dönemeçtir. Aydınlanma düşüncesiyle birlikte üretilen bilgi, artık yalnızca Avrupa’nın iç dinamikleriyle sınırlı kalmamış; dünyanın diğer tüm coğrafyalarına üstenci bir bakış açısıyla taşınmış ve mevcut bilgi geleneklerine meydan okumuştur. Avrupa merkezli bu bilgi anlayışı, kendisini evrensel ve tek doğru olarak sunarken, diğer kültürlerin bilgi birikimlerini, yöntemlerini ve düşünce biçimlerini ya görmezden gelmiş ya da değersizleştirmiştir.

Bu meydan okumanın en somut göstergelerinden biri ise felsefe disiplininin, yani “Bilgelik Sevgisi”nin (philo - sevgi + sophia - bilgelik), yalnızca Eski Yunan’da doğduğuna ve oradan yükselerek tüm dünyaya yayıldığına dair kurgulanan büyük anlatıdır. Oysa tarihsel olarak bakıldığında, Mısır’dan Mezopotamya’ya, Hindistan’dan Çin’e, Afrika’nın farklı bölgelerinden Arap Yarımadası’na kadar çok daha eski bilgi gelenekleri, düşünme biçimleri ve hikmet arayışları mevcuttu. Ancak Aydınlanma’nın inşa ettiği bilgi siyaseti, bu gelenekleri ya “mit” ya da “ilkel düşünce” olarak tanımlayarak dışladı. Böylece Avrupa, kendisini insanlığın aklının kaynağı, bilginin gerçek merkezi ve uygarlığın tek rehberi olarak konumlandırdı.

Epitemik Bilinç: Bilginin Jeopolitiği ve Pedagojik İktidar

Bilginin de bir coğrafyası vardır. Ve sözüm ona bazı coğrafyalar “uygarlık” bazıları ise “barbarlık” bilgisini temsil eder. Sömürgecilik döneminden itibaren Avrupa’da ortaya çıkan epistemolojiler “evrensel” kabul edilerek sosyolojinin çalışma alanına dahil edilmiş, Avrupa dışındaki bilgi gelenekleri ise “pre-modern” etiketiyle ayrıştırılarak daha çok antropolojinin konusu haline getirilmiştir. Bu epistemik hiyerarşi, sömürgeci güçlerin siyasi ve ekonomik tahakkümünü pekiştirmiştir. Bilginin jeopolitiği, Avrupa modernitesinin kendisini akılcılığın küresel merkezi olarak nasıl inşa ettiğini; yerli, Afrika, Asya, Mezopotamya ve Latin Amerika düşünce sistemlerini nasıl silikleştirdiğini, sahiplendiğini ya da geçersiz kıldığını ortaya koyar.

Her ne kadar felsefenin Eski Yunan’da başladığını ya da ilk filozofun Thales olduğunu Aristo da dahil pek kimse iddia etmemişse de 18. yüzyıl felsefe tarihi yazımı ile birlikte tarihin ilk filozofu Thales, ilk felsefe coğrafyası da Eski Yunan olarak sunulmuş ve halen bu şekilde kabul görmektedir. Oysa bu görüş, sorunlu ve bazı durumlarda açıkça ırkçı nitelikler taşıyan 18. yüzyıl felsefe tarihi yazımının bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Aristoteles’in hakkını teslim etmek gerekir; o, felsefenin ve matematiğin gelişiminde Mısırlılara kritik bir rol atfetmiş, hatta Babillilerle birlikte özellikle astronomideki önemli keşifleri onlara mal etmiştir. Bu keşifler zamanla Yunanlara aktarılmıştır. Dolayısıyla Mısır ve Babil’de teorik bilimlerin yükselişi, felsefenin başlangıcının hatta mevcut tarihsel döngü içinde dahi geniş anlamda Yunan olmayan halklara dayandığını göstermektedir.

Christoph Meiners, Thales’i ilk filozof olarak sunan ilk Avrupalı tarihçidir. Meiners, felsefe tarihini Yunanlıların “bilimsel uygarlık” düzeyine yükselişiyle ilişkilendiren örtük bir bağ kurmuştur. Bu yaklaşım, Yunan dışındaki geleneklerin felsefenin erken döneminden dışlanmasına zemin hazırlamıştır. Ona göre Thales, “bilimsel” bilgiye ulaşan ilk düşünürdür ve bu nedenle felsefenin gerçek başlangıç noktası olarak kabul edilmelidir. Bu yüzden Meiners’in anlatısında öne çıkan temel yönelimlerden biri, bilimlerin kökeninin Afrika ve Asya’ya dayandığını savunan yaygın görüşü geçersiz kılmaya çalışmasıdır. Meiners’in bu yaklaşımını yaygınlaştıran ve daha güçlü argümanlarla dolaşıma sokan ise 19. yüzyılda Hegel olmuştur. Hegel mitolojiyi bile felsefeden ayırmak gerektiğini vurgulamış ve felsefenin başlangıcının Thales’le olduğunu savunmuştur. Bu tür seçici hafıza tesadüfi değildir; Avrupa’nın kendisini aklın ve uygarlığın kaynağı olarak konumlandırdığı jeopolitik bir projenin parçasıdır. Epistemik bilinç, bu dışlama süreçlerini açığa çıkarmamızı talep eder. Bu dinamiklerin farkına varmakla birlikte epistemik bilinç, Batı’nın evrenselliği mitine meydan okur ve bilginin çoğul bir biçimde anlaşılmasının yolunu açar. Nitekim artık daha iyi biliyoruz ki felsefenin kurucusu Thales, felsefenin ana vatanı ise eski Yunan değil.

Ancak bu gerçeği bilmemize rağmen yaklaşık altı yüzyıldır hâkimiyetini sürdüren pedagojik iktidarı değiştirmek kolay olmayacak. Epistemik bilinç, beraberinde manevi ve kültürel duyarlılığı ve nihayetinde epistemik adaleti getirmedikçe bu dönüşümün gerçekleşmesine muvaffak olmamız gerçekten zor. Çünkü pedagoji yalnızca bilgiyi aktarmakla sınırlı değildir; aynı zamanda öznelikleri biçimlendirmek ve belirli dünya görüşlerini kurumlar aracılığıyla meşrulaştırmakla da ilgilidir.

Okullar, müfredatlar, ders kitapları, öğretim yöntemleri, hatta kanunlar, yönetmelikler ve genelgeler egemen epistemolojileri yeniden ürettiğinde ve yerli sesleri dışladığında pedagojik iktidar fiilen uygulanmış olur. Ancak pedagojik iktidarın ve sömürgeleştirmenin tesis edilmesi için coğrafi sömürgecilik zorunlu değildir. Nitekim ülkemiz doğrudan coğrafi sömürüye maruz kalmamış olsa da pedagojik iktidarını kendi özgünlüğüne ve toplumsal bağlarına uygun bütünsel bir eğitim modeliyle güçlendirmekte zorlanmaktadır. Bu zorluk yalnızca Türkiye’ye özgü değildir; dünyanın pek çok farklı ülkesi de benzer bir deneyim yaşamaktadır.

Kültürel ve Pedagojik Soykırım: Carlisle Kızılderili Okulu

Pedagojik iktidar bağlamında okullar, çoğu zaman kültürel asimilasyonun araçları haline gelmiştir. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri Amerika Birleşik Devletleri’ndeki (ABD) Carlisle Kızılderili Okulu’dur. Bu okulda yerli çocuklar, kendi dillerini ve geleneklerini terk etmeye zorlanmış, Euro-Amerikan normlarını benimsemeleri istenmiştir. Bu durum, pedagojiye epistemik şiddetin bir aracı olarak başvurulmasının keskin bir örneğidir. 39 yıl faaliyet gösteren okul 1918’de kapanmıştır. Bu süre zarfında okulun kurucusu, Amerikan İç Savaşı’nın önemli figürlerinden Richard Pratt, bütün Kızılderilileri soykırıma uğratmanın daha kısa bir yolunu keşfetmiştir. Onların düşüncelerini eğitim aracılığıyla Avrupamerkezci değerlere uyacak şekilde değiştirebileceğini düşünen Pratt, bu okula kaydolan öğrenciler için çok net bir amaca odaklanmıştır. Bu amaç, yerli erkek ve kız çocuklarını Amerikan yaşam tarzına asimile etmektir. Pratt sık sık şu ifadeyi kullanmıştır: “İçindeki yerli Kızılderiliyi öldür, medeni insanı yaşat.” Süreç çok hızlı başlamış, öğrenciler okula gelir gelmez önce fotoğrafları çekilmiş; böylece okula girdiklerinde ne kadar “barbar” göründüklerini tüm dünyaya göstermek istemişlerdir. Daha sonra bu fotoğrafları mezuniyetlerinden sonraki hâlleriyle karşılaştırarak, onların nasıl “örnek vatandaşlara” dönüştüğünü kanıtlamaya çalışmışlardır.Ardından, Yerli Amerikalı kimliklerine dair tüm dışsal kanıtlar ortadan kaldırılmıştır. Üzerlerindeki kıyafetler yok edilip yerine askerî üniformalar giydirilmiş, uzun saçları kulak hizasına kadar kesilmiş ve isimleri değiştirilmiştir. 39 yıl boyunca yaklaşık 140 kabileden 10 bine yakın yerli çocuk bu okula getirilmiştir. 180’den fazla çocuk hastalık, yetersiz beslenme ve ağır koşullar nedeniyle hayatını kaybetmiş, çoğu okul arazisine gömülmüştür.

Carlisle Kızıldereli Okulunda Asimile Edilmiş Bir Öğrencinin öğreci-sonrası

 

Üç bölümlük serinin ikinci kısmında “Eğitimin Dekolonizasyonu” konusunu ele aldıktan sonra, dizinin üçüncü yazısında Türkiye’de eğitimin kurumsal, pedagojik ve sosyolojik boyutlarda dekolonizasyonu için atılması gereken adımlar ile karşılaşılabilecek meydan okumalar, tarihsel örnekler eşliğinde tartışılacaktır.

 

Kaynaklar

Aristotle. (1933). Metaphysics (H. Tredennick, Trans.; Vols. 1–2). Harvard University Press.

Cantor, L. (2022). Thales – the ‘first philosopher’? A troubled chapter in the historiography of philosophy. British Journal for the History of Philosophy30(5), 727–750. https://doi.org/10.1080/09608788.2022.2029347

Mignolo, W. D. (2002) The Geopolitics of Knowledge and the Colonial Difference. The South Atlantic Quarterly, 101 (1), 57-96.

Van de Mieroop, M. (2022). Antik Yunan’dan Önce Felsefe: Eski Babil’de Hakikat Arayışı (G. Kağnıcı, çev.; 2. bs.). Ketebe Yayınevi. (Orijinal eser 2015).

 

 

 

İki Nokta

Kitap tanıtımı, biyografi, araştırma raporu, değerlendirme ve inceleme yayınları ile bölgesel veya küresel ölçeklerde güncel ya da yapısal sorunlar.