Modern Bir Yıkım Projesi: 21. Yüzyılda Filistin ve Yerleşimci Sömürgecilik

Modern Bir Yıkım Projesi: 21. Yüzyılda Filistin ve Yerleşimci Sömürgecilik

Modern Bir Yıkım Projesi: 21. Yüzyılda Filistin ve Yerleşimci Sömürgecilik

21. yüzyılda sömürge ilişkileri, artık yalnızca silahların gölgesinde değil, şehir planları ve yapısal şiddet mekanizmaları üzerinden yeniden üretiliyor. İsrail örneği, güvenlik ve kalkınma maskesiyle soykırımın en modern yolunu inşa ediyor.

Sefer Soydar

Ayşenur Özel Göksu

 

7 Ekim’den bu yana Gazze’de tanık olunan soykırım, Filistinlilerin yüz yıllardır yaşamlarının her alanında maruz kaldığı şiddeti dünya kamuoyuna hatırlattı. Bu şiddet, yalnızca son dönemin bir istisnası değil, Filistinlilerin 20. yüzyıl boyunca boyunca maruz bırakıldıkları yerinden edilme, mülksüzleştirme ve marjinalleştirme pratiklerinin en vahşi hali. Gündelik hayata yansıyan bu şiddet İsrail tarafından güvenlikleştirme, kalkındırma, şehirleşme söylemleriyle meşrulaştırmaya çalışılıyor. Ancak İsrail’in bu meşrulaştırma çabaları günümüzde yerleşimci sömürgeciliğin Filistin toprakları üzerindeki gerçekliğini gösteriyor.

Kolonyalizm veya sömürgecilik denildiğinde akla ilk gelen manzara nettir: Metropol güç, uzaklardaki sömürgelerden hammadde ve işgücü çeker; askerî, siyasal ve ekonomik üstünlüğüyle egemenliğini dayatır. Sömürülen halkın yaşadığı yıkım da sömürgecinin kendi meşruiyetini zorlayacak kadar açıktır. Klasik sömürgecilikte sömürge ile metropol arasındaki coğrafi mesafe büyüktür. Bu nedenle sömürgeci, neredeyse steril bir uzaklıktan yönetir. Sömürgeci güç ile sömürülen halkın gündelik hayatları, mekânsal olarak da ahlaki olarak da birbirine değmez.

Fakat her sömürgecilik yalnızca bu uzaklık üzerinden işlemez. Örneğin yerleşimci sömürgecilikte, egemen güç toprağa bizzat yerleşerek kendine kalıcı bir yurt, vatan kurar. Artık mesele sadece kaynakları sömürmek değil, mekânı, kültürü ve toplumsal düzeni baştan inşa etmek haline gelir.  Bu süreçte yerli halkların varlığı şiddet ve soykırım ile silinir. Onların yerine yeni bir topluluk, yeni kurumlar ve yeni bir tarih anlatısı yani yeni bir yapı inşa edilir. 

Yerleşimci Sömürgeciliğin Tarihi

Klasik anlamda sömürgecilik 1492 yılında Avrupa merkezli denizaşırı ilhak ve keşif seferleri ile başlayan 18-19.yüzyıllarda Fransa, Britanya ve Hollanda imparatorluklarının Amerika ve Hindistanı sömürmesiyle devam eden ve Mısır, Suriye, Irak gibi ülkelerin sömürgeleştirilmesiyle 20. yüzyılın ortalarına kadar süren denizaşırı imparatorluklar döneminde gelişti. Avrupa merkezlerinden okyanus aşırı topraklara yönelen bu yayılma, uzak mesafelerdeki coğrafyaların askeri güçle işgalini, sömürüye dayalı bir ekonomik düzenin kurulmasını ve siyasi tahakkümün sürdürülmesini içeriyordu. Buradaki belirleyici unsur, metropol ile koloni arasında aşılması gereken büyük coğrafi mesafeler ve bu mesafelerin doğurduğu denizaşırı iktidar ilişkileriydi. Ancak Avrupalı nüfusun sömürülen topraklara gelip yerleşmeleri, bu topraklarda yerinden etme ve yok etme yoluyla kendi siyasal düzenlerini kurmaları sömürgeciliği farklı bir forma çevirdi. Cezayir’deki Fransız yönetimi, Güney Afrika’daki Boer rejimi, Amerika’daki yerleşimciler ve günümüzde de devamlılığını koruyan İsrail’in Filistin’deki siyonist sömürgeciliği yerleşimci sömürgecilik çalışmaları çerçevesinde tartışılıyor

Patrick Wolfe’ün başını çektiği yerleşimci sömürgecilik (settler colonialism)  çalışmaları ise daha farklı bir ilişkiler bütünü içinde işler. Burada sömürgeci, yalnızca uzaktan yönetmez; toprağa yerleşir, kalıcı bir varlık kurar, bölgeyi “medenileştirdiğini” iddia eder. Tarımsal üretimi artırdığını, teknolojiyi ve modern altyapıyı getirdiğini söyler. Sanki hem toprağın hem de tarihin doğal sahibiymiş gibi davranır. Yerleşimciler geldikleri toprakları çoğu zaman insansız, “boş” (empty land) olarak tasavvur eder. Bu algıya dayanarak kendi bilgi sistemlerini ve meşruiyet iddialarını üretirler. Oysa aynı topraklarda yaşayan yerli halkların maruz bırakıldığı mekânsal daralma, ekonomik dışlanma ve kültürel silinme gözle görülür biçimde derinleşir. Bu nedenle Wolfe’un belirttiği gibi yerleşimci sömürgecilik bir olay değil, bir yapıdır (settler colonialism is a structure, not an event). Bu yapıda, sömürgeci  yalnızca uzaktan hükmetmekle kalmaz; toprağa yerleşir, kendisini kalıcı kılar ve yeni bir toplumsal-siyasal düzen inşa eder. Sai Englert’in belirttiği şekilde ise yerleşimci sömürgecilik, yerli halkların sistemli biçimde mülksüzleştirilmesi ve yerine yeni bir toplumun ikame edilmesi üzerinden işler. Bu nedenle yerleşimci sömürgecilik yalnızca ekonomik sömürüyle açıklanamaz. Aynı zamanda toprağa el koymayı, yerli nüfusun yerinden edilmesini ve bu nüfusun yerine yeni bir ulusal kimliğin, kurumların ve tarih anlatılarının geçirilmesini ifade eder.

Yerleşimci sömürgeciliğin günümüze kadar devam etmesini sağlayan unsuru yapısallığıdır. Bu yapısal mantık sömürülen topraklarda mekanı sürekli genişlemeye açık, yeniden düzenlenebilir ve kendi egemenlik sınırını belirlemeyen unbouned territorality (sınırsız bölgesellik) kavramı ile tezahür eder. Yerleşimciler toprağı yalnızca egemenlikleri altına alacakları bir mekan olarak değil yeni yerleşim birimlerini sürekli genişletecek ve mekânı kendi siyasal-toplumsal tahayyülüne göre yeniden inşa edecekleri bir alan olarak kurgularlar. Günümüzde mekanın genişlemeye açık ve altyapı yatırımları ile yeniden şekillendiren en somut örneklerden birisi İsrail’dir.

İsrail Yerleşimci Sömürgeciliği

İsrail’in yerleşimci sömürgeciliğinde metropol ile sömürge iç içe olması klasik sömürgecilik ve yerleşimci sömürgecilik arasındaki bu farkı açıkça ortaya koyar.  İsrail’in merkez şehirleri ile Batı Şeria’daki yerleşimler arasında çoğu zaman yalnızca birkaç kilometrelik mesafe bulunur. Bu yakınlık, yerleşimcilerin toprağa kök salma ve kendilerini “doğal sahip” gibi sunma stratejisini kolaylaştırır.  Bu stratejinin dinsel ve ideolojik bir boyutu da vardır. Yahudilikte yer alan “right to return” (dönüş hakkı) kavramı, tarihsel olarak Yahudilerin kutsal topraklara geri dönüş inancına dayansa da, modern dönemde Siyonist hareket tarafından göç eden Yahudilere hukuki ve siyasi bir hak olarak tanımlanmıştır. Bu anlayış, 1950’de çıkarılan Dönüş Yasası (Law of Return) ile kurumsallaşmış ve dünyanın neresinde olursa olsun her Yahudi’ye İsrail’e göç ederek vatandaşlık kazanma hakkı tanınmıştır. Böylece toprak, yalnızca “boş” (empty land) gibi görülmekle kalmamış, aynı zamanda dini bir mirasın uzantısı olarak yeniden kurgulanmıştır. Ancak aynı dönemde, 1948’de yerlerinden edilen yüz binlerce Filistinli’nin ve onların torunlarının geri dönüş hakkı sistematik biçimde reddedilmiş, böylece “dönüş hakkı” yalnızca Yahudiler için tek taraflı bir meşruiyet inşa ederken  Filistinliler için siyaseten ve hukuken engellenmiştir.

Dönüş yasası ile yaratılan bu ikilik, aynı yıl yürürlüğe giren “Absentee Property Law” (Gaybubet Yasası) ile güçlendirilmiştir. Bu yasa, 1948 Savaşı sırasında evlerinden zorla ayrılan veya mülteci konumuna düşen Filistinlileri “absentee” (yok sayılan) olarak tanımlamış, böylece Filistinlilerin tüm taşınmaz mülklerinin devlete aktarılmasına olanak tanımıştır. Böylece, Filistinlilerin hem fiziksel varlıkları hem de mülkiyet hakları hukuken ortadan kaldırılmış; yerlerinden edilenlerin toprakları, evleri ve tarlaları “kamu malı” adı altında yerleşimcilere devredilmiştir. Bu süreç, yalnızca bireysel bir mülksüzleştirme değil, aynı zamanda mülkiyetin ve egemenliğin sahada yaratılan kolonyal gerçekliğidir.

Tarihsel olarak ise süreç farklı katmanlar taşır. İlk Yahudi göçleri ve yerleşimleri 19. yüzyıl sonlarında başlamış ve  İngiltere’nin manda yönetimi altında hız kazanmıştır. Bu süreç, Avrupa  merkezli  Yahudi ulusal fonu ve Yahudi Ajansı gibi siyonist kurumların ve Rostchild gibi sermayedarların sermaye akışına bağlı olarak şekillenmiştir. 1948 sonrasında İsrail devleti kurulduğunda, metropol kavramı yeniden tanımlanmış; bu kez Tel Aviv yeni bir “merkez” işlevi üstlenmiş, dışarıdan bakıldığında ise ABD’nin siyasi ve ekonomik desteğiyle küresel bir bağlantı ağına eklemlenmiştir. Böylece İsrail yerleşimci sömürgeciliği, hem klasik sömürgecilikteki metropol-koloni ayrımını bulanıklaştırmış, hem de yerleşimci sömürgeciliğin yapısal sürekliliğini kendi özgün coğrafi ve siyasi bağlamında yeniden üretmiştir.

Gelişim-Kalkınma Söyleminin Ürettiği Eşitsiz Coğrafyalar

Yerleşimci sömürgecilik, işgal ettiği bölgeyi çoğu zaman boş olarak ya da geliştirilmesi gereken ve verimsiz alanlar olarak  tanımlayarak “biz geldik, geliştirdik” söylemini tekrarlar. Bu gelişim veya kalkınmacılık söyleminin yarattığı ikili ekonomik sistemler yerleşimci sömürgeciliğin dayandığı ana hatları ve istismarı açıkça ortaya koyar.

İsrail, Batı Şeria’da yahudi yerleşimciler için inşa ettiği modern yolları, sanayi bölgelerini ve tarımsal teknolojileri atıl olarak tanımladığı Filistin topraklarında birer kalkınma göstergesi olarak sunar.  Ancak bu projeler, kalkınma adı altında, gerçekte sömürgeci mekânsal ayrımı derinleştirir. İnşa edilen otoyollar, sanayi bölgeleri ve altyapı hatları öncelikle yerleşimcilerin güvenli ve kesintisiz hareketini sağlarken, Filistinlilerin yaşam alanlarını parçalara ayırır. Böylece yerli halk için gündelik hayat, sürekli kontrol noktaları, bariyerler ve erişim kısıtlamaları ile çevrelenmiş bir kuşatma deneyimine dönüşür. Haritalara bakıldığında bu gelişimin Filistinlilerin yaşadığı alanlara nasıl bir tecrit, yoksulluk ve altyapısızlık dayattığı da aynı açıklıkla görülür.

Tel Aviv ile Batı Şeria veya Gazze arasındaki karşıtlık bunun en çarpıcı örneğidir. Bir yanda yüksek teknoloji bölgeleri, düzenli tarım arazileri, bahçeler, geniş otoyollar ve güvenli yerleşim alanları yer alırken, öte yanda kontrol noktalarıyla bölünmüş, suya ve elektriğe erişimi kısıtlanmış Filistin mahalleleri İsrail’in iddia ettiği “modernleşme” projesi, aslında yerleşimcilerin hayat standartlarını yükseltirken, Filistinlilerin yaşam hakkını sürekli olarak hiçe sayar.

Yerleşimci Sömürgecilik ve Filistin

Bugün İsrail’in yerleşimci sömürgeciliği, kendini meşrulaştırmaya çalışsa da ortaya çıkan manzara, klasik sömürgecilikteki kadar çıplak bir istismarı barındırır. Modern tarım teknikleri, yeni altyapılar, ileri teknoloji bölgeleri, Filistinlilerin yaşadığı yoksunlukla yan yana var olur. Bu çelişki, yerleşimci sömürgeciliğin özünü gösterir: Toprağı geliştirme iddiası, o toprakta yaşayan halkın maruz bırakıldığı adaletsizliği görünmez kılmaya hizmet eder.

Günümüzde Filistin’de yaşananlar, klasik kolonyalizmden farklı bir sömürü biçiminin nasıl işlediğini açıkça göstermektedir. Modernleşme ve kalkınma retoriği eşliğinde, Filistinlilerin toprakla ve şehirle kurduğu bağ sistematik biçimde koparılır. Dolayısıyla bu süreç, bir toprak gaspının ötesinde, mekânın ve bilginin yeniden kolonizasyonu anlamına gelir. Filistin’deki yerleşimci sömürgecilik, yalnız bölgesel bir çatışma değil; aynı zamanda bu dönemde kolonyal ilişkilerin nasıl yeniden üretildiğinin yeni bir tezahürüdür. Asıl mesele, sömürge ilişkisinin üzerini örten teknolojik ilerleme, medenileştirme ve kalkınma söylemlerinin arkasındaki mülksüzleştirme, silinme ve soykırım gerçeğini görünür kılmaktır.

Bugün Filistin’de yaşananlar, klasik sömürgeci ve yerleşimci düzenlerin biçim değiştirerek nasıl devamlılık sağladığını açıkça gösteriyor. İsrail’in kurduğu yerleşimci sistem, “güvenlik” ve “kalkınma” söylemleriyle meşrulaştırılırken toprak ve mülkiyet üzerindeki tahakkümü yeniden üretiyor. Bir yanda ayrım duvarları ile çevrili, erişimi kısıtlanmış Filistin şehirleri; diğer yanda modern altyapı ve refah göstergeleriyle tanımlanan yerleşim bölgeleri… Bu karşıtlık, çağımızın en keskin gerçeğini hatırlatıyor: Sömürgecilik, artık yalnızca geçmişe ait değil, günümüzde de farklı biçimlerde devamlılığını sağlıyor. 

 

Kaynaklar

Patrick Wolfe, Settler Colonialism and the Transformation of Anthropology (London: Cassell, 1999).

İki Nokta

Kitap tanıtımı, biyografi, araştırma raporu, değerlendirme ve inceleme yayınları ile bölgesel veya küresel ölçeklerde güncel ya da yapısal sorunlar.