Erken Çocuklukta Düşünme Becerilerinin İnşası Neden Önemli?
Geleceğin problem çözen bireylerini yetiştirmek için üniversite sıraları çok geç olabilir. Bir çocuğun zihinsel mimarisi amfilerde değil, yaşamın ilk yıllarında inşa edilir. Peki, biz bu mimariyi şansa mı bırakıyoruz, yoksa bilimsel bir zemine mi oturtuyoruz?
Hatice Kübra Işık
Okul öncesi eğitim olarak tanımlanan erken çocukluk eğitimi, toplumumuzda uzun yıllar boyunca bir “bakım hizmeti”, “ilkokula hazırlık evresi” olarak algılandı. Ne yazık ki toplumun geniş bir kesimi bu dönemi hâlâ “oyun ve eğlence” odaklı, akademik açıdan talî bir faaliyet olarak görmekte. Ancak bugün gelinen noktada, bu dönemin insan yaşamındaki en kritik “bilişsel yapılanma” evresi olduğu aşikardır. Son yıllarda yayımlanan küresel raporlar bu tanımı doğrular niteliktedir. OECD’nin 2025 Eğitim Politikası Görünümü Raporu, erken çocukluk dönemini sadece bir hazırlık evresi olarak değil, “yaşam boyu öğrenme merakının, azmin ve öz yönetim becerisinin kodlandığı en kritik aralık” olarak tanımlıyor. Bir anlamda erken çocukluk dönemi, bir çocuğun beyninin “işletim sistemini” yükseltmek, problem çözme yeteneğini bilimsel olarak kanıtlanmış yöntemlerle geliştirmek için kritik bir nörolojik ve pedagojik inşa sürecidir.
Oyun ve Şarkılardan Çok Daha Fazlası
Okul öncesi eğitim denince akla gelen ilk resimler bellidir: rengarenk sınıflarda oyun oynayan, şarkılar söyleyen, sosyalleşen ve el yıkama, sıra bekleme gibi temel becerileri öğrenen neşeli çocuklar. Bu resim yanlış olmasa da hikâyenin sadece küçük bir parçasını anlatıyor. Buz dağının görünmeyen kısmında ise, geleceği şekillendiren, stratejik ve derinlikli bir “zihinsel inşa” süreci işliyor. Eğer toplum olarak yenilikçi, sorgulayan ve çözüm üreten bireyler istiyorsak, okul öncesi sınıflarına bakış açımızı değiştirmek zorundayız. O rengârenk sınıflarda sadece şarkılar söylenmiyor; orada yarının dünyasını kavrayacak ve dönüştürecek zihinler, nitelikli rehberliğin gücüyle ilmek ilmek işleniyor.
İçinde bulunduğumuz hızlı dönüşüm çağı, bireylerden sadece bilgi birikimi değil, aynı zamanda bilgiyi işleyebilme becerisinin de geliştirmesini talep ediyor. Bu bağlamda, erken çocukluk dönemi, bilişsel temellerin atıldığı ve geleceğin yetkin bireylerinin sahip olacağı üst düzey düşünme becerilerinin geliştirilmesi için kritik bir öneme sahiptir.
Bir okul öncesi eğitimcisi olarak sahada gözlemlediğim ve akademik literatürün de desteklediği gerçek şudur: Düşünme becerileri kendiliğinden gelişen süreçler değil, erken yaşta nitelikli etkileşim, bilinçli oyun ve doğru sorularla zenginleştirilen bir “alet çantası” yardımıyla inşa edilen dinamik bir süreçtir.
Sorgulayıcı Öğrenme ve Diyaloğun Gücü
Bu dönemde düşünme becerilerini geliştiren en güçlü mekanizma, çocuk ile yetişkin arasında kurulan diyaloğun kalitesidir. Çocuğa “sürekli talimat verilen” veya sadece “aferin” denilen bir ortam, düşünmeyi durdurur.
Çocukların düşünme becerilerini geliştirmek amacıyla; yaratıcı drama, çocuklarla felsefe (P4C), SCAMPER gibi birçok yapılandırılmış teknik bulunmaktadır. Ancak bu zengin yelpaze içinde “Sürdürülebilir Paylaşımlı Düşünme” (Sustained Shared Thingking- SST) yaklaşımı özel bir yere sahiptir. SST’nin diğer yöntemlerden ayrılarak öne çıkmasının temel nedeni; yetişkinin kurguladığı bir ders anına değil, çocuğun başlattığı doğal bir merak anına dayanmasıdır. Özel bir hazırlık veya materyal gerektirmeksizin, bir iletişim kültürü oluşturarak günlük yaşamın doğal anlarını (bir oyun, yemek saati veya seyahat süreci) derin bir öğrenme fırsatına dönüştürebilme gücüdür.
Bu yöntem, diğer yöntemlerden aldığı güçle birlikte öğretmenin veya ebeveynin çocukla yalnızca konuşmasını değil, onunla “birlikte” aktif bir düşünme sürecine girmesini ifade eder ve basit bir sohbetten çok daha derindir. “Sence başka nasıl olabilirdi?” gibi açık uçlu sorularla çocuğun zihinsel sınırlarının genişletildiği sınıflar/evler, geleceğin eleştirel düşünen bireylerini yetiştirir.
Klasik eğitim metodunun zihinlerde oluşturduğu şemada, öğretmen rolünün bilgiyi aktaran taraf olduğu aşikârdır. Fakat elzem olan, zihinde soru işaretleri uyandıran ve derin düşünmeyi teşvik eden sorularla sürece rehberlik eden rolün varlığıdır.
Mesleki deneyimlerim, sınıf içi diyalogların niteliğinin çocukların düşünme süreçleri üzerindeki belirleyici rolünü açıkça ortaya koymuştur. Örneğin, basit bir bloktan kule inşa etme etkinliğinde “Kuleyi yaparken kaç tane blok kullandın?” gibi yalnızca hatırlamaya dayalı ve tek doğru cevabı olan bir soru sormak yerine, “Kulenin devrilmeden yükselebilmesi için nasıl bir yol izlerdin?” gibi düşünmeye sevk eden açık uçlu bir soru yöneltildiğinde farklı bir süreç ortaya çıkar. Bu tür bir soruyla çocuklar, blokları rastgele üst üste dizmek yerine, inşa alanını, blokların dağılımını ve olası denge sorunlarını arkadaşlarıyla tartışmaya başlar.
Bu, kapalı bir sorunun sadece el-göz koordinasyonunu, açık uçlu ve problematik bir sorunun ise bilişsel esnekliği ve kolektif problem çözmeyi nasıl aktive ettiğinin bir örneğidir. Yetişkinlerin rehberliğiyle sunulan bu tür deneyimler, planlama ve bilişsel esnekliği doğal bir yolla desteklemektedir.
Zihinsel İnşa için 3 Strateji
Peki, bu teorik zemini sınıf içi pratiğe veya ev ortamına nasıl taşırız?
Zihinsel inşa için üç temel strateji, teorik zemini hem sınıf içi pratiğe hem de ev ortamına taşımayı mümkün kılar.
Bunlardan ilki, cevap vermek yerine soru sormaktır. Çocuklar doğaları gereği sürekli soru sorarlar; ancak biz yetişkinler, refleks olarak bu sorulara doğru cevabı verme eğilimindeyiz. Başlangıçta zorlayıcı olsa da, soruya soruyla karşılık vermek derin düşünme eylemine geçişi hızlandırır. Çünkü cevap bir sondur, soru ise bir yolculuğun başlangıcıdır.
İkinci strateji, “bilmiyorum” demekten korkmamaktır. Bir eğitimci ya da ebeveyn olarak her şeyi bilen otorite rolünü terk etmek, çocuğun araştırma dürtüsünü tetikler. Çocuğun sorusuna “Bilmiyorum, hadi bunu birlikte araştıralım” şeklinde yaklaşmak, bilginin statik değil, ulaşılması gereken dinamik bir süreç olduğunu gösterir. Bu yaklaşım, OECD’nin (2024) 21. yüzyıl becerilerinin temeli olarak gördüğü “öğrenmeyi öğrenme” yetisinin gelişmesine katkı sağlar.
Üçüncü strateji ise “Eğer… olsaydı?” senaryoları üzerinden hipotetik düşünmeyi teşvik etmektir. Gerçekte olmayan durumlar üzerine konuşmak, örneğin “Eğer kedilerin kanatları olsaydı hayatımızda neler değişirdi?” ya da “Eğer hiç uyumasaydık günler nasıl geçerdi?” gibi sorular sormak, çocuğu mevcut gerçeklikten kopararak zihninde yeni bir gerçekliği simüle etmeye zorlar. Bu tür düşünme egzersizleri, yaratıcı problem çözme kaslarını en yoğun biçimde çalıştıran yöntemlerden biridir.
Çocuk zihni doldurulacak bir depo değil, özenle inşa edilecek bir yapıdır. Ve bu yapının en sağlam harcı hazır cevaplar değil, zihni ateşleyen sorulardır.
Okul öncesi dönem, bireyin bilişsel gelişim hiyerarşisinde telafisi güç bir kritik eşiği temsil etmektedir. Bu evrede gerçekleştirilen “zihinsel inşa”, sadece akademik becerilerin ön hazırlığı değil; bireyin bilgiyi işleme, anlamlandırma ve dönüştürme kapasitesinin yapısal olarak şekillenmesidir. Üst düzey zihinsel işlevlerin temellerinin atıldığı bu dönemi, indirgemeci bir yaklaşımla sadece bir “bakım hizmeti” veya “oyun odaklı zaman geçirme” süreci olarak tanımlamak; çocuğun epistemik merakını ve biyolojik olarak sahip olduğu yüksek öğrenme potansiyelini göz ardı etmek anlamına gelir.
Toplumsal olarak dönüşümün anahtarı, bu sınıflardaki zihinsel esneklik ve analitik bakış açısında gizlidir. Dolayısıyla, okul öncesi dönemin nitelikli bir pedagojik rehberlikle yapılandırılması, bir tercih değil; rasyonel, sorgulayan ve geleceği inşa edebilen bir toplum yapısı için zorunluluktur.