Yapay Zekâ Çağında Akademisyenlerin Rolü
Teknolojik yenilikler, her zaman eğitimcilerin çalışmaları ve rolleri üzerinde etkili olmuştur. Yapay zekânın üniversitelere gelmiş olması, tüm düzeni alt üst eden bu son değişimin sonuçları üzerine kafa yormamızı gerektiriyor, zira bu sadece bizim araştırmacılar ve eğitimciler olarak ne yaptığımızı değil, nasıl düşündüğümüzü de değiştiriyor.
Herkes yapay zekâyı konuşuyor. Yapay zekânın neler getireceğine dair ölçülü tahminlerin alıcısı çok olmadığından, geneli itibarıyla geleceğin ya cennetvari ya da distopik tasavvurları ağır basıyor. Algıda seçici davranarak ve örnekleri akıllıca seçerek bu tasavvurlara ilişkin hemen her şey meşrulaştırılabilir. Bununla birlikte pek çok şey akışkan halde ve gelecekte yaşanacak gelişmeler ile ilgili tahminler büyük ölçüde spekülatif. Kesin olan şu ki, pek çok alanda büyük değişiklikler olacak. Yükseköğrenim ve akademisyenlik mesleğinin gelecekteki rolü için de bu geçerli.
Bu durum yeni ortaya çıkmış değil, zira geçmişte de özellikle teknolojik yeniliklerin ardından bu tür dönüşümler yaşanmıştır.
Tarihte Teknik ve Bilgi
Matbaanın icadından önce, var olan bilgi, manastırlar ve kütüphanelerde korunan el yazması nüshalarla bir arada tutuluyordu. Bilginin muhafaza edildiği mekânlar olarak, bunlar sadece okuyup yazabilen eğitimli çok az kişinin erişimine açıktı. Bilginin niceliği ve çeşitliliği hala yönetilebilir durumdaydı, bilgiye erişimi olanlar evrensel koşullarda bilginler olarak eğitim alabiliyor ve yeni bilgi üretebiliyordu.
Bilginler birbirleri ile iletişim kuruyor, düşünce ekolleri kuruyor ve bilimsel faaliyetlerini himaye etmelerinin karşılığında güç sahiplerine danışmanlık yapıyorlardı. Araştırma yapıyorlar, öğrenci yetiştiriyorlar ve hamilerinin çocuklarını ve torunlarını eğitiyorlardı. Bugünkünden çok daha az bir nüfusun içinde, bilginler küçük bir azınlıktılar.
Matbaanın keşfiyle birlikte bilginin büyük bir süratle yayılması ve zorunlu eğitim yoluyla eğitimin demokratikleştirilmesi ile, eğitim artık az sayıda seçkinin erişebileceği bir ayrıcalık olmaktan çıktı ve güç elde etmek ve onu muhafaza etmek için siyaseten önemli bir kaynak haline geldi. Toplumun artık çok büyük bir kesimi bilgi ve eğitime erişebiliyordu. Matbu kitap yaygın eğitimi mümkün kıldı ve okumamışlıkla mücadele etmekte faydalı oldu. Bilgi gitgide fiziksel emeğin yerini aldı, bu da kol gücüyle çalışmadan zihin gücüyle çalışmaya geçiş esnasında çok kısa sürede büyük bir refahın ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.
Bu durumla birlikte, 20. yüzyılda, bu tür toplumlarda akademisyenlere yönelik, araştırma ve eğitim yoluyla bilgi üretmeleri ve bu bilgiyi yaymaları beklentisi ortaya çıktı. Bilim insanları, çalışmalarının sonuçlarını yayınlar ve seminerler ile paylaştılar. Öğrencilere, kendilerine sunulan içeriği içselleştirmeleri ve bilgiyi sınavlarda kendilerine öğretilene en yakın olacak şekilde kullanmaları beklentisiyle edilgen bir rol verilmişti. Öğrencilerin çok küçük bir kısmına akademisyenlerin yolundan gidebilecekleri bir gelecek beklentisi sunuluyordu.
İnternet ile Öğretmek ve Öğrenmek
İnternetin keşfi, bilgiye erişimin demokratikleşmesini daha ileriye taşıdı ve enformasyona erişimde var olan engeller bir bir aşılırken cehaleti azaltacağı umudunu (ne yazık ki henüz tam anlamıyla sağlanamamış olsa da) besledi.
Akademisyenler, artık bilginin kaynağının ve yayılmasının merkezi olmaktan çıkmıştı. Daha önceleri bir bilginin hayatında -erişilmesi, işlenmesi ve fişlerde, kaynak kitaplarda ve kataloglarda analog arşivleme ile muhafaza edilerek yeni bilgiye dönüştürülmesi- büyük bir zaman ve organizasyon gerektiren enformasyonu artık arama motorları sağlıyordu.
Bunun neticesinde, akademisyenler, bilginin taşıyıcısı, yaratıcısı ve aracısı olmaktan çıkıp tek bir kişinin artık yönetemeyeceği, hızla büyüyen bilgi yığınlarının düzenleyicisine dönüştü. Akademisyenler, bilginin kalabalık karmaşasında rehberlik eden, bilgiyi ayıklayan, sınıflandıran, denetleyen, anlatısını belirleyen ve eleştiren bir aktör haline geldi. Var olan bilginin devasa büyüklüğü ve üstel artışla büyümeyi sürdürmesi, uzmanlaşmamış profesyoneller için istihdam fırsatlarının gitgide azalmasına sebep olurken akademisyenler de giderek alanında ihtisaslaşan bilim insanları haline geldi. Üniversite sistemi de farklılaştı ve giderek daha fazla, belirli bir konu ya da alan üzerine ihtisaslaşmış kişileri üretir hale geldi.
Çalışmaları esnasında tümüyle analog olarak arşivlenmiş materyal üzerine çalışan akademisyenler için dijitalleşmenin sunduğu yeni imkânları öğrenmek ve verimli bir şekilde uygulamaya geçirmek hâlihazırda bir devrim niteliğinde iken, yapay zekânın gelişi başka bir devrimi de beraberinde getiriyor.
Yükseköğretim Kurumlarında Yapay Zekâ
Yapay zekâ, yalnızca kaynakları bulmakla kalmaz, insanın tek başına niceliksel ve entelektüel olarak kavrayıp kendine mal edebileceğinin çok ötesine geçen büyük miktarlarda veriyi işler ve değerlendirir. Yapay zekâ, mevcut enformasyonu ve bilgiyi bulur; bunlar arasındaki örüntüleri çıkarır; daha önce bilinmeyen çözümleri üretir; yeni bilgi, imaj, metin, podcast ve video üretir. Bu, öğretim üyesinin rolünü değiştirmekle kalmamakta, öğrencinin de rolünü değiştirmektedir.
Yapay zekâ, eğitimin odağını, “kalemle düşünmek” ve anlamak için çalışmak sürecinden uzaklaştırdığı ve odağı -zamanla, insanla ve onların bilgiye yaklaşımıyla “oyalanmaksızın”- nihai sonuca taşıdığı için, insanlar ve onların bilgiye yaklaşımları da değişim geçirmektedir. Geçtiğimiz aylarda yaşamını yitiren Henry Kissinger, yapay zekânın bir sonucu olarak Aydınlanmanın bittiğinden söz edecek kadar ileri gitmiştir. Öğrenme sürecini anlayamayıp kavrayamayanlar ve sadece neticeye odaklananlar, Aydınlanmanın uygulamalı aklın gücüyle otoriteyi yapısöküme uğratmayı amaçlayan özgürleştirici misyonundan uzaklaşıyorlar. Aydınlanma düşüncesinin bireyi güçlendiren unsurlarından biri de öğrenenin çalışırken, kavrarken ve sonrasında düşünme eylemini sürdürürken yaşadığı süreçte yatmaktadır: “Düşüncemin esaslarını belli bir kalıba döküp ne olduğunu görmeden, ne düşündüğümü bilemem.” Bir yerden başka bir yere sağ salim gitmek için sadece navigasyonlarının mavi noktasından yararlanıyor olmalarının gençlerin yön duygularını köreltmesine çok benzer olarak, yeni teknolojilerin kullanımı -bu teknolojilerin, daha çok, doğrudan sonucu bulmaya odaklanması ve değişkenler arasındaki ilişkiyi ve neden sonuç ilişkisini anlamayı ve bilgiyi düşünme sürecinden geçirerek edinmeyi daha az dikkate alması- entelektüel melekeleri değiştirmektedir.
Bunun elbette eleştirel olmak, varsayımsal gerçekleri ve yerleşik doğruları (truism) yapısöküme uğratmak, olaylar ve durumlar bütünü ile uğraşmak (context) veya insan yapımı içerik ile makine yapımı içerik arasındaki farklılığın ayırdına varabilmek gibi beceriler açısından birtakım sonuçları olacaktır.
Bu nedenle kısa vadede, yükseköğretim kurumlarında öğretim üyeleri sadece bilgi üretmek ve onu aktarmakla kalmamalı, aynı zamanda bir tür dijital okuryazarlık kazandırmak için yeni teknolojilerin yetkin bir şekilde kullanılmasını sağlamaya yöntemsel olarak katkıda bulunmalıdır; geçmişte “ikonik kültüre dönüş” (iconic turn) öncesine ve yazının geri kalan her şeyin üzerinde dünyayı – ya da en azından bilindiği kadarıyla dünyayı- tanımladığı ve açıkladığı zamanlara kıyasla bu dijital okuryazarlık görsel enformasyonla ve dev veri yığınları ile daha güçlü bir şekilde başa çıkabilmek için eğitilmeyi gerektirmektedir, Yapay zekâ bunu da değiştirmektedir: linguistik ve kültürel olarak dışa kapalı bilgi ve iletişim sahalarını açmakta ve geçmişte tasavvur edilenlerden çok daha büyük ve çok daha çeşitli veri “hazinelerine” erişim sağlamaktadır. Bunun, teknolojinin imkânlarından faydalanan tüm kullanıcılar, onların düşünüş biçimleri ve insanlıkları için sonuçlarının ne olacağı henüz öngörülememektedir. Değişimlerin internetin keşfi ve kullanımının yaygınlaşmasından bu yana gözlemlenenden daha geniş kapsamlı olacağı muhtemeldir.
Prof. Ulrich Brückner, Stanford Üniversitesi“nin Berlin Kampüsünde AB Jean Monnet Profesörü’dür. Ayrıca Center for Cultural Diplomacy Studies’in (CCDS) Akademik Direktörlüğü’nü yürütmektedir.