
Öğrenmeyi Öğrenirsek Ne Değişir?
Milyonlarca kişinin bir parçası olduğu eğitim sisteminin odağında ne var? Öğrenme merkezli eğitim anlayışı nasıl bir fark yaratabilir?
Türkiye’de eğitim, milyonlarca öğrenci, öğretmen ve veliyle birlikte oldukça büyük bir sistem. Bu sistem, müfredat değişikliklerinden sınav yapılarına, öğretmen atama süreçlerinden çalışma düzenlerine kadar zaman zaman güncelleniyor. Ancak bu güncellemeler çoğunlukla yapısal düzeyde kalıyor; sistemin işleyişine odaklanılıyor, fakat bu yapının içinde gerçekleşen asıl mesele olan “öğrenme” çok nadiren tartışma konusu haline geliyor.
Gündemimizin ağırlık merkezi, çoğu zaman farklı noktalarda toplanıyor. Arama motorlarında öğretmenlik ya da eğitimle ilgili yapılan aramalara baktığımızda, genellikle eğitim öğretim takvimi, sınav sonuçları ya da öğretmen atamaları gibi başlıkların öne çıktığını görüyoruz. Oysa öğrenme sürecinin merkezinde yer alan nörobiyolojik ve psikolojik dinamikler, kamusal tartışmalarda yeterince yer bulamıyor.
İnsanın nasıl öğrendiği sorusu, yalnızca akademik çevreleri ilgilendiren bir mesele değil; tam tersine, eğitim sisteminin kalbini oluşturan temel bir konu. Öğrenmenin nasıl işlediğine dair derinlikli bir kavrayış olmadan müfredat hazırlamak, sınıf yönetmek ya da öğrenci başarısını değerlendirmek çoğu zaman bilimsel bir tutarlılıktan uzaklaşıp rastlantılara bel bağlamış bir çabaya dönüşebiliyor.
Beyindeki İşleyişin Eğitimdeki Etkisi
Öğrenmenin nörobiyolojisi, son 20 yılda eğitimsel nörobilim adı altında gelişen disiplinlerarası bir alanın odağına yerleşti. Bu alan, beynin nasıl öğrendiğini; dikkat, hafıza, motivasyon, geri çağırma gibi süreçlerin biyolojik ve psikolojik arka planını inceliyor. Ancak Türkiye’de bu bilgiler, sadece akademiye has görülüyor ve öğretmen yetiştirme veya eğitimsisteminin düzenlenmesinde başvurulan bir kaynak haline gelemiyor.
Eğitim fakültelerinde verilen pedagojik formasyon dersleri büyük ölçüde kavramsal ya da mevzuat ağırlıklı. Öğretmenler, öğrencinin öğrenmeyle ilgili yaşadığı sıkıntıların nörobiyolojik kaynaklarının ne olabileceğine dair bilgiyi haiz olmadan sınıfa giriyorlar. Bu durum, birçok öğretmenin öğrencilerde gözlemlediği öğrenme güçlüklerini ya bireysel eksiklik ya da motivasyon sorunu olarak yorumlamasına neden oluyor. Bunun neticesinde genelde etiketlenen ve kaybedilen öğrenciler eğitim sistemi içerisinde hem bir sorun kaynağı gibi görülüyor hem de toplumun faydasına olabilecek özellikleri dahi ön plana çıkarılamıyor.
Oysa bu öğrenme güçlükleri beynin işleyişinde yaşanan aksaklıklardan kaynaklanıyor olabilir. Kodlama, kaydetme ve geri getirme aşamaları arasındaki kopukluklar, öğrencinin bilgiyi anlamakta, işlemekte ya da hatırlamakta zorlanmasına neden oluyor. Eğitim sistemi ve öğretmenlerin eğitim pratikleri bu süreçleri kolaylaştırma odaklı tasarlanmadığı için de kolay müdahalelerle çözülebilecek sorunlar dahi önemli problemlere dönüşebiliyor. Bu süreçlerin nasıl işlediğini bilen bir öğretmense en başında buna göre düzenlediği yaklaşımla, yalnızcaders anlatmaz; gözlemler ve çözümler üretir.
Gömleğin İlk Düğmesi: Öğrenme
25-27 Haziran 2025 tarihleri arasında Enstitü Sosyal’de gerçekleştirilen “Öğrenmenin Nörobiyolojisi” kampı, bu eksikliğe dokunmayı amaçlayan bir çalışmaydı. Her kademe ve branştan yaklaşık 60 öğretmenin katıldığı bu kamp, öğrenmenin biyolojik temelleriyle sınıf içi uygulamalar arasında köprü kurmaya çalıştı.
Kamp boyunca dikkat çeken örneklerden biri, öğretmenlerin sınıfta benimsedikleri bazı rutinlerin aslında öğrenmeyi olumsuz etkileyebileceğini fark etmeleriydi. Örneğin bir öğretmen, öğrencilerin sakız çiğnemesini alışkanlık gereği yasakladığını ama bu yasağın arkasındaki gerekçeyi net olarak düşünmediğini dile getirdi. Ancak kamp süresince, sınıf düzenini bozmadan belli kurallar çerçevesinde sakız çiğnemenin dikkati ve zihinsel uyanıklığı artırabileceğine dair bilimsel veriler sunulunca, bu yaklaşımını yeniden değerlendirdiğini paylaştı.
Bir başka öğretmen ise öğrenme güçlüğü yaşayan bir öğrencisinin, arkadaşlarına yetişebilmek için gösterdiği çabanın zamanla o çocukta azim ve kararlılık becerisini geliştirdiğini fark ettiğini anlattı. Daha önce “başarısız öğrenci” olduğunu düşündüğü bir çocuğun aslında önemli bir karakter gelişimi yaşadığını görmek, öğretmenin kendi bakış açısını da değiştirdi. Katılımcı, beynin duruma adapte olmak için yeniden yapılanma becerisinin farkında olarak gözlemlediği bu durumun aslında öğrencilerin başarılı-başarısız olmasıyla değil hangi becerilerini nasıl kullandığıyla ilgili olduğunu fark ettiğini paylaştı.
Kamp süresince en çok tartışılan konulardan biri de hareketin öğrenme üzerindeki etkisiydi. Geleneksel eğitim anlayışı, hareketi sınıfta engellenmesi gereken bir durum olarak kodlar. Ancak beyin bilimleri, hareketin dikkat ve hafıza sistemlerini aktive ettiğini açıkça ortaya koyuyor. Eğitmenlerimiz “Hareket sadece kas-iskelet sistemiyle ilgili değil; zihnin aktif kalmasını sağlayan temel uyaranlardan biridir” yorumuyla hareketin öğrenme sürecini destekleyen yönünden bahsetti. Öğretmenlerse öğrencilerin dersin başında ayağa kalkarak birkaç dakikalık ritmik hareketlerle zihinsel uyanıklıklarını artırabileceklerini gördü. Bu farkındalık, okullarda ilk dersin beden eğitimiyle başlaması gerektiğine dair önerilere de zemin hazırladı.
Bugün Türkiye’de eğitim tartışmaları genellikle yapı odaklı ilerliyor: Müfredat değişsin, ders saati azalsın, sınav sistemi basitleşsin. Ancak bu yapısal düzenlemeler öğrenme süreçlerinin işleyişini temel almakdıkça, kalıcı bir fark yaratmıyor. Yapılması gereken, eğitim sisteminin merkezine “öğrenmeyi” yerleştirmektir. Bunun için de öğretmenlerin öğrenmenin nörobiyolojik ve psikolojik temelleri hakkında bilgi sahibi olması elzemdir. Bu bilgi, yalnızca akademik bir ilgi alanı değil; doğrudan sınıf pratiğini dönüştüren bir araçtır.
İlk Düğmeyi Doğru İliklemek
Kasım ayında resmi gazetede yayınlanan Öğretmenlik Mesleği Kanunu ile kurulacağı duyurulan Millî Eğitim Akademisi, eğitim gömleğinin ilk düğmesini doğru iliklemek için önemli bir fırsat. Eğitim fakültelerinden mezun olan öğretmen adaylarının mesleğe hazır hale gelmesi için alacakları akademi eğitiminin içeriği sahanın ihtiyaçlarına uygun hale getirilerek eğitimde büyük bir boşluğu kapatan bir reform gerçekleştirilebilir. Yukarıda örneklerle anlatılan öğrenmenin nörobiyolojik arka planına hâkim olmanın getirdiği bilgi ve tecrübeyle ders anlatmak hem sınıf düzenini hem de öğrencileri olumlu etkileyen bir sonuç doğuruyor.Bu durum göz önünde bulundurulduğunda “Öğrenmenin Nörobiyolojisi” eğitiminin Millî Eğitim Akademisi müfredatında bir ders olarak var olması yerinde bir uygulama olacaktır. Öğrenmenin bilimini göz ardı eden bir eğitim sistemi, kendini tekrarlayan reformlarla oyalamaya devam eder. Oysa gerçek dönüşüm, öğretmenin zihninde başlar. Öğretmen, insanın nasıl öğrendiğini bildiğinde, öğrenciye sadece bilgi sunmaz; gelişimi yönetir, zihinle temas kurar.
Akademide eğitimsel nörobilim içeriklerinin yer alması, sadece bireysel bir gelişim değil; sistemik bir reform adımıdır. Çünkü eğitimi gerçekten dönüştürmek istiyorsak, müfredat tartışmalarından önce şu soruya cevap vermeliyiz: “İnsan nasıl öğrenir?”