İklim Krizi, Sömürgecilik ve Dekolonizasyon

İklim Krizi, Sömürgecilik ve Dekolonizasyon

Dünyanın sayısız krizle boğuştuğu şu günlerde, nereden nereye geldiğimizi anlamaya ve bunun farkındalığıyla geleceği tasarlamaya mecburuz. Bu bağlamda sloganların ötesine geçip dekolonizasyon sürecinin istikametini tayin etmek temel bir sorumluluk olarak karşımızda duruyor.

İçinde yaşadığımız dünyayı ve hayatımızı tayin eden süreçlerin farkında olmak basitçe bir farkında olmak/olmamak ikilemine indirgenemeyecek bir bahistir. Farkındalık bir derinleşme meselesidir ve bir meselede farkındalığın mertebeleri prensipte nihayetsizdir. Kendi adıma, farkındalığın bu boyutunu en çok hissettiğim meselelerin başında iklim krizi ve sömürgecilik geliyor. 2019 senesinde, 33 yaşında bir doktora sonrası araştırmacı olarak Oslo’ya gittiğimde iklim değişimi, sebepleri ve muhtemel sonuçları konusunda farkındalık sahibi olduğuma inanıyordum. Ama Oslo Üniversitesi’nde geçirdiğim üç sene aslında bu konularda görece cahil olduğumu hissettirecek kadar bana bilincimi sorgulattı.

Nereden geldik?  

Oslo’daki ilk günlerimden itibaren en çok gözüme çarpan şeylerden biri iklim sorununun kamusal alanda ve bireysel planda ne kadar ciddiye alındığı olmuştu. Üniversiteden sokağa kadar her zeminde insanların yürüttüğü eylemler ve kampanyalar gayet dikkat çekiciydi. Bunlardan en aklımda kalanı fly less, yani “daha az uçağa binin” kampanyalarıydı. Havayolu ulaşımının tabiat üstünde ne derece bir yük olduğunun farkında olan bazı meslektaşlar yollarını uzatmak ve daha fazla para ödemek pahasına da olsa uçak yerine trenle ulaşımı tercih ediyorlardı. Üniversite de bunu teşvik adına maddi destek sunuyordu.

Farkındalığımı kat be kat artıran ikinci şey ise Oslo Üniversitesi’nde parçası olduğum araştırma grubuydu. Doktora öğrencileri ve hocalardan oluşan, Lifetimes adını taşıyan 10-15 kişilik bir proje gurubu ile iki haftada bir düzenli toplantılar yapıyorduk. Lifetimes (temporalities.uio.no) projesi çerçevesinde hepimiz farklı disiplinlerden gelip farklı konular üzerine çalışsak da bizi bir araya getiren ana mesele günümüzün meseleleri ışığında, özellikle de antroposen tartışması ekseninde insanlığın tarihi ve tabiatın tarihini beraber okuma çabasıydı. Proje ekibinde dâhil olduğum üç sene boyunca soyu tükenmiş ve tükenmek üzere olan hayvanlardan IPCC (Intergovernmental Panel On Climate Change) raporlarının arka planına, Hollanda sömürgeciliğinin Surinam’da yarattığı doğal tahribattan, güney ülkelerinde çocukların yetersiz beslenmesinin yarattığı kronik sorunlara kadar alabildiğine geniş bir yelpazede sayısız sunum dinledim ve tartışmalara dâhil oldum.

Farklı kültür ve coğrafyalardan gelen araştırmacılar olarak bu meselelere sadece akademik bir tartışma olarak yaklaşmıyor, sıklıkla kendi şahsi ve toplumsal tarihlerimizden muhasebelerle sorumluluğumuzu masaya yatırıyor ve neler yapılabileceği üzerine de konuşuyorduk. Bu süreçte kuzeyli meslektaşlar kendilerinin de bir şekilde dâhil oldukları sömürgecilik sürecinin dünyanın geri kalanında nasıl bir etki yaratmış olduğunu, benim gibi Batının çeperinden gelenler de içinde bulunduğumuz buhranın derinliğini fark ediyorduk. Hepimiz bu bireysel farkındalığı bir şekilde hayatımıza yansıtmaya ve dünyaya daha az yük olmaya çabalasak da meselenin bireysel planda çözülemeyeceğinin ve dünya halklarının örgütlü ve kollektif gayretine ihtiyaç duyulduğunun gayet farkındaydık. Bu noktada da dönüp dolaşıp sömürgecilik mirasına ve içinde bulunduğumuz buhranda temel sorumluluğun kim(ler)e ait olduğu sorusuna geliyorduk. Zira içinde bulunduğumuz döneme insanlığın doğa üzerinde kalıcı ve geri dönülemez etki bıraktığı çağ anlamında antroposen çağı desek de bizi bu noktaya getiren süreçte tüm insanlığın eşit sorumluluğu olmadığı açıktı. Sömürgecilik sürecinin son beş yüz yılda yol açtığı ve özellikle de sanayi devrimini takip eden son iki yüz yılda gerçekleşen doğal tahribatta bu sürecin bayraktarı ve temel kazananı olan Batılı devlet ve toplumların rolü ve sorumluluğu insanlığın geri kalanına nazaran çok daha fazla. Lakin Batı dışı toplumların da giderek artan bir oranda Batılı devletlerin izinden giderek sömürgeci yapıları farklı derecelerde yeniden ürettikleri de aşikâr. Bu yüzden hem Batıda hem de dünyanın geri kalanında sömürgeciliğin mirasıyla nasıl yüzleşileceği de toplantılarımızdaki temel meselelerimizden biriydi.  

Nereye gidiyoruz?

2022 senesi sonunda Oslo’dan ayrıldığımdan beri dünya siyasetinde çok şey değişti. Rusya - Ukrayna Savaşı, Batıda aşırı sağ ve ırkçı partilerin hızlı yükselişi, İsrail’in Filistin’de gerçekleştirdiği soykırım ve tüm bunlar karşısında Batı kültürel hegemonyasının girdiği çıkmaz dünyayı yeni bir buhrana soktu. Bu çıkmaz Batılı devletlerin uzun vadeli siyasi ve ekonomik programlarını ciddi anlamda değiştirdi ve iklim krizi gibi en acil sorunlar karşısında asgari bir derecede de olsa benimsenmiş programları sekteye uğrattı ve askıya aldırdı. Mesela halen daha doğalgaz üretiminde başı çeken ülkelerden Norveç, bir süredir yenilenebilir enerjiye yaptığı yatırımları son iki senede ciddi anlamda azalttı ve tekrar fosil yakıt yatırımına ağırlık verdi.

Batının içinde bulunduğu bu krizden çıkıp çıkamayacağı yahut nasıl çıkacağı sorusu Türkiye gibi son iki yüz senedir Batı ekonomi ve siyasetine entegre olmuş ülkeleri ve sömürgeciliğin bizzat nesnesi olmuş toplumları yakından ilgilendirse de ekonomik, siyasi, toplumsal ve kültürel meselelerimizi bu soruya endekslemenin abes olduğu ortada. Neredeyse yarım yüzyıldır devam eden dekolonizasyon, yani sömürgeciliğin kir ve pasından kurtulma tartışmalarını bu bağlamda yeniden düşünmek elzem görünüyor.

Dekolonizasyon tartışmaları şimdiye kadar ağırlıklı olarak kültür politikaları üzerinden yürüyordu. Müzeler ve anıtlar üzerinden yürütülen kültürel miras tartışmaları, sosyal bilimler ve beşeriyette Batı/Avrupa-merkezci modellere bağımlılıktan kurtulma girişimleri, ve yerellik-evrensellik arasında yeni dengeler arayışları dekolonizasyon sürecinin temel konularıydı. Özellikle son yirmi yılda birbiri üstüne yaşanan krizler insanlığa ilerleme gibi kavramları, dünya savaşları ertesinde olduğu gibi tekrar sorgulatırken, iletişim teknolojilerinde yaşanan devrim sayesinde dünyanın her yerinde insanlar kendi geçmişlerine yönelmeye başladılar ve Batının kültürel tahakkümü ötesinde anlam ve kimlik arayışına koyuldular.  

Şimdi ise, Batı gittikçe daha çok içine kapanıp dünyanın geri kalanıyla iyi-kötü ilişkilerini umarsızca feda ederken, öyle ya da böyle sömürgeleşmiş toplulukları daha farklı bir imtihan bekliyor. Sadece söylem ve eğitim düzeyinde değil ekonomiden siyasete her alanda altyapıların inşa ve sürdürülmesinde Batı-eksenli planlama ve icraattan tedrici bir şekilde sıyrılmak gerektiği açık.

Şimdiye kadar Avrupa veya Amerika kaynaklı kurum ve modelleri 10-15 senelik gecikmelerle ithal edip uygulamaya koyan toplumlar için artık bu tür bir ithalat sürecinin sürdürülemeyeceği ortada. Mesela, şimdiye kadar ağırlıklı olarak Amerika ve bir nebze de Avrupa sistemleriyle senkronize olmak üzerine kurulu yüksek öğretim sistemimizi üniversitenin küresel krizi bağlamında nasıl devam ettireceğiz? Daha henüz düşünceye hâkim paradigmaları sarsmak veya alternatifleri ile ikame etmek konusunda bile emekleme halindeyken, ölçme değerlendirmeden yayın politikalarına kadar Batılı modellere nasıl alternatifler üreteceğiz?

Bu noktada iki temel tehlike olduğunu düşünüyorum. Bunlardan birincisi Batının mirasını tamamen reddetmek, ikincisi ise Batıya alternatif olma iddiasındaki ülkelerin nezdinde sürdürülecek yeni sömürgeci ve tahakkümcü süreçlere eklemlenmek. Bunların ikincisinin neden tehlikeli olduğu açıksa da birincisinin yaratacağı problemlerin üzerine derinlemesine düşünmemiz gerekiyor.

Batının mirasını toptan reddetmek pratikte mümkün değil. İki yüz senedir hem altyapılarda hem de söylem seviyesinde Batılı modeller, kurumlar ve hedefler ekonomik, siyasi ve kültürel hayatımızı şekillendiriyor. Bilgi ve anlam toplumsal koşullar ve yapılardan bağımsız değil. Her ne kadar Batı-Doğu gibi ayrımlar maddi planda halen bir anlam ifade etse de kelimelerimiz, kavramlarımız ve kuramlarımızla, hayattan beklentilerimizle bizler dünyanın her yerinde benzer hayatları benzer araçlarla yaşıyoruz ve ortak sorunlarla boğuşuyoruz.

Batı menşeli yöntem ve usullerden tamamen bağımsız bir kavram evreni inşa edemeyeceğimiz ve böyle bir çabanın içinde yaşadığımız dünyayı anlamsız kılacak bir şiddet eylemi olacağı açık. Batının eşliğinde geldiğimiz bu kriz anının soy-kütüğünü görebilmek, yani bu noktaya nasıl vardığımızı anlamak ve bu süreçteki kendi dahlimizin muhasebesini yapmak gerekiyor. Bunun için de Batı başta olmak üzere son beş yüz yıllık insanlık tarihini hakkıyla anlamaya ve bizi teşkil eden süreçlerin farkına varmaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Öncelikle sorunlarımıza çare bulmak için ve sonra da aynı sorunları yeniden üretmeyeceğimiz varoluş biçimleri bulabilmek için.  Bu yüzden de dekolonizasyon sürecinin amaçları üzerine derinlemesine düşünmeli ve Batının hatalarını tekrar etmemeyi kendimize devamlı hatırlatmalıyız. Nitekim ötekini tanımadan kendimizi tanımak bir hayal-i muhâldir. Bu tanıma sürecinin nihai makamı da ötekinde kendini, kendinde de ötekini görmektir.                            

İki Nokta

Kitap tanıtımı, biyografi, araştırma raporu, değerlendirme ve inceleme yayınları ile bölgesel veya küresel ölçeklerde güncel ya da yapısal sorunlar.