Tekno-Feodalizmin Gölgesinde İnterneti Geri Almak: Lovink’in Dijital Platform Eleştirisi
Geert Lovink, İnternetimizi Geri Almanın Yolu: Platformdan Kaçış (İletişim Yay., 2023; çev. Mehmet Ratip)
Orijinal: Stuck on the Platform. Reclaiming the Internet (2022)
Tekno-Feodalizmin Gölgesinde İnterneti Geri Almak: Lovink’in Dijital Platform Eleştirisi
Yiğit Çelik
Hollandalı medya kuramcısı Geert Lovink, dijital ağlar, çevrimiçi topluluklar ve emek ilişkileri üzerine yürüttüğü uzun soluklu çalışmalarıyla çağdaş medya düşüncesinin önde gelen isimleri arasında yer almaktadır. Yazar, Sad by Design’da tanımladığı -sürekli çevrimiçi olmanın yarattığı duygusal tükenmişlik ve toplumsal edilgenlik hâlini anlatan- “dijital melankoli” kavramını, “İnternetimizi Geri Almanın Yolu: Platformdan Kaçış” başlıklı eserde yeniden değerlendirerek dijital kültürün yapısal krizini tartışmaya açmaktadır.
Yazar, Brexit, Trump dönemi ve pandemiyle şekillenen 2016-2021 yıllarına odaklanarak bu dönemi bir “dijital durağanlık çağı” olarak değerlendirir. Bu süreçte, internetin ilk yıllarında öne çıkan açıklık, yataylık ve paylaşım ideallerine dayalı “ağ kültürü” çözülmüş; yerini kullanıcı davranışlarını yönlendiren, veriyi ticarileştiren ve duyguları biçimlendiren platform sistemleri almıştır. Lovink’e göre bu dönüşüm, teknolojik bir yenilenmeden ziyade toplumsal ilişkilerin, emek biçimlerinin ve kamusal alanın yapısal olarak yeniden tanımlanmasına işaret etmektedir.
Lovink, eserini “çaresizliğin kitabı” olarak adlandırır; bu tanımla umutsuzluğu aşarak eleştirel farkındalığın sürdürülmesi gerektiğini vurgular. Ona göre dijital dünyanın sunduğu özgürlük duygusu, görünürde bir serbestlik hissi yaratsa da aslında platformların kurduğu yapısal bağımlılığın üzerini örtmektedir. Güvenlik, hız ve erişim kolaylığı vaat eden bu platformlar, kullanıcıyı sürekli etkileşim hâlinde tutarak hem emeğini hem duygusunu hem de dikkatini sömürmektedir. Böylece kişi, verinin üreticisi olmanın ötesinde, verinin dolaşımına hizmet eden bir unsur hâline gelmektedir. Lovink, bu düzeni “tekno-feodalizm” kavramıyla tanımlar ve günümüz internetinin kamusal bir alan olmaktan çıkarak özel mülkiyete dayalı, birbirinden kopuk ekosistemlere dönüştüğünü belirtir. Artık kullanıcı, özgür bir özne olarak görünse de platformların çizdiği sınırlar içinde hareket eden dijital bir serf konumuna sürüklenmektedir.
Yazar, dijital bağımlılıkla mücadelede öne çıkan yüzeysel yöntemlerin -örneğin sosyal medyadan kısa süreli uzaklaşma, ekran süresi kısıtlamaları ya da çevrimdışı inzivaların- sorunun kökenine inemediğini vurgular. Bu tür “dijital detoks” pratikleri, bireysel farkındalık yaratsa da yapısal bağımlılığın devamını sağlamaktadır. Lovink’e göre kalıcı bir dönüşüm, dijital altyapının kamusal ölçekte yeniden tasarlanmasıyla mümkündür. Bu bağlamda “platformdan kaçış” ifadesi, mevcut sistemin işleyiş mantığını dönüştürmeye yönelik kolektif bir müdahaleyi işaret etmektedir. İnterneti geri almak, bireysel alışkanlıkların ötesinde, verinin üretimi ve denetimini belirleyen yapısal ilişkilerin yeniden kurulmasını zorunlu kılar.
Lovink bu çerçeveyi geliştirirken, pandemiyle birlikte yoğunlaşan çevrimiçi yaşam biçimlerinin ortaya çıkardığı yeni gözetim düzenine yönelmektedir. Merkezine aldığı “Zoomoptikon” kavramı, bireylerin sürekli görünür olma zorunluluğu altında varlık gösterdiği dijital denetim alanını tanımlamaktadır. Bu düzende kullanıcı hem izleyen hem izlenen konumunda yer almakta, böylece çalışma ile performans arasındaki sınır giderek ortadan kalkmaktadır. Emeğin üretimi giderek sergileme zorunluluğuyla iç içe geçmekte, çalışma ile görünür olma arasında yeni bir bağımlılık ilişkisi oluşmaktadır. Birey, üretimin ötesinde, kendini sürekli görünür kılma baskısıyla hareket eden bir performans döngüsünün parçasına dönüşmektedir. Lovink bu durumu edilgen etkileşim kavramıyla açıklar; bireyin çevrimiçi etkinliği, öznel bir katılımdan çok, platformun ritmine uyum sağlayan otomatik bir tepki biçimine indirgenmektedir. Böylece çevrimiçi varlık, anlamlı bir eylem olmaktan uzaklaşarak sürekliliğin zorunlu bir koşuluna dönüşür. Sosyal medya ise tepki ile kayıtsızlık arasında salınan bir duygu ekonomisi yaratarak kullanıcıyı görünürlük ve bağımlılık arasında sıkışmış bir konumda tutmaktadır.
Bu analizden hareketle yazar, kitabın ilerleyen bölümlerinde dijital kültürün “karanlık yüzü”nü tartışmaya açmaktadır. Bu kısımda çevrimiçi dünyanın özgürlük söyleminin ardında işleyen dışlama ve denetim mekanizmalarına odaklanır. İptal kültürünü, etik farkındalıkla ilişkili bir uyanıştan çok, cezalandırma ve dışlama üzerinden işleyen medyatik bir şiddet biçimi olarak değerlendirir. Engelleme, linç etme ve sessize alma gibi eylemler, sistemin sürekliliğini kırmak yerine onu yeniden üretmektedir. Kripto sanat ve NFT örneklerinde de benzer bir dinamik görülmektedir. Dijital özgürlük söylemi, finansal spekülasyonun mantığıyla iç içe geçerek eşitlikçi ekonomi iddiasını zayıflatmakta ve yeni bir dijital elitizmin ortaya çıkmasına zemin hazırlamaktadır. Lovink’in bu değerlendirmeleri, teknolojik yeniliklerin ideolojik yönünü açığa çıkararak dijital ilerleme anlatısını sorgulama olanağı sunmaktadır.
Bu eleştirel zeminden doğan çözüm arayışı, Lovink’in “stacktivizm” kavramı etrafında şekillenmektedir. Bu yaklaşım, dijital siyasetin odağını içerikten altyapıya kaydırma gereğini vurgular. Gerçek dönüşüm, sembolik protestolardan ya da içerik üretiminden ziyade veri akışları, mülkiyet ilişkileri, protokoller ve yazılım mimarileri üzerinde gerçekleşmektedir. Lovink, küçük ölçekli, yavaş ve kamusal yararı önceleyen dijital altyapıların geliştirilmesini savunur. “Daha az” ve “daha yavaş” ilkeleriyle platform kapitalizminin hız, verimlilik ve büyüme saplantısına karşı bir denge arayışı ortaya koyar. Bu yaklaşım, aşırı üretim ve etkileşim kültürünü sınırlamayı; teknolojiyi daha bilinçli, etik ve sürdürülebilir bir toplumsal ritim içinde yeniden kurmayı hedeflemektedir.
Lovink’in önerdiği çerçeve güçlü bir teorik yönelim sergilemekte; ancak uygulamaya ilişkin belirsizlikler metnin en belirgin açmazını oluşturmaktadır. Kamusal dijital altyapının hangi yöntemlerle inşa edileceği, hangi ekonomik modellerle sürdürülebileceği ve kullanıcıların bu sistemlerle nasıl bütünleşeceği soruları yanıtsız kalmaktadır. Yazarın sunduğu yol haritası düşünsel olarak ufuk açıcıdır, fakat politik düzlemde somut bir örgütlenme biçimi tanımlanmamaktadır. Bu nedenle eser, teorik düzeyde güçlü bir yaklaşım ortaya koymasına karşın, dönüşümün gerçekleşebileceği toplumsal ve ekonomik zemini muğlak bırakmaktadır.
Bu eksiklik, metnin genel tonuna da yansımaktadır. Yazarın yaklaşımı yer yer yoğun bir karamsarlık eğilimi taşımaktadır. Bu durum eleştirinin keskinliğini artırmakla birlikte, olası dönüşüm imkânlarını arka plana itmektedir. Ayrıca dijital kültür içinde gelişen yerel ya da dayanışma temelli ağ pratikleri eserde kısmen ele alınsa da bu örneklerin taşıdığı potansiyel derinlemesine incelenmemektedir. Nitekim Lovink’in küresel ölçekte geliştirdiği analiz, mikro düzeydeki alternatif topluluk deneyimlerini görünür kılma noktasında sınırlı kalmaktadır. Kavramsal yoğunluk, kimi yerlerde tartışmanın politik gerçekliğe temas etmesini zorlaştırarak eserin pratik yönünü daraltmaktadır.
Bununla birlikte Platformdan Kaçış, dijital çağın ekonomik, politik ve kültürel boyutlarını bütüncül biçimde ele alan önemli bir çalışma olarak öne çıkmaktadır. Lovink’in analizi, interneti iletişim ortamı olmanın ötesinde, toplumsal iktidar ilişkilerini biçimlendiren bir yapı olarak konumlandırır. Yazarın “platform merkezli dijital düzen” olarak tanımladığı sistem, çevrimiçi yaşamın giderek birkaç büyük teknoloji şirketinin denetiminde, kapalı ve kâr odaklı ekosistemler etrafında biçimlendiğini göstermektedir. Bu çerçevede metin, söz konusu yapının doğurduğu çelişkileri görünür kılarak eleştirel düşünceyi yeniden siyasileştirme yönünde anlamlı bir katkı sunmaktadır. Kuramsal olarak güçlü bir çerçeve ortaya koyan eser, dijital dünyanın dönüşümüne ilişkin kapsamlı bir tartışma sunsa da önerilerin pratik karşılıkları belirsiz kalmaktadır.