SELÇUK AYDIN

Küresel Değişime Yerel Çözüm: Aile Enstitüsü

Aile, bireyden topluma, toplumdan devlete uzanan bir etki zincirinin temel taşıdır. Ancak dijitalleşme, bireyselleşme ve küreselleşme gibi dinamikler, aile kavramını köklü bir dönüşüm sürecine sürüklüyor. Türkiye’nin toplumsal yapısında aileyi korumak ve güçlendirmek amacıyla kurulan Aile Enstitüsü, bu dönüşümlere küresel dinamiklerin farkında yerel çözümler üretme potansiyeli taşıyor.

Günümüzde aile, yalnızca bir toplumsal değer olmanın ötesinde, toplumsal değişimin tam kalbinde yer alıyor ve bu değişimlerin siyasi, ekonomik ve kültürel yansımalarını şekillendiren bir odak noktası haline geliyor. Türkiye’de baş döndürücü bir hızla gerçekleşen sosyolojik dönüşüm, aileyi her zamankinden daha fazla tartışmaların merkezine oturtuyor. Aile içi dinamiklerin değişimi, dijitalleşmenin etkisi, tek kişilik ve tek ebeveynli hanelerin artışı, bireyselleşme ve yalnızlık olguları, göç ve küresel dinamiklerin yarattığı etkiler, aile kavramını her yönüyle yeniden değerlendirmemizi zorunlu kılıyor. Özellikle, doğurganlık oranlarındaki düşüşün gündeme taşıdığı nüfusun sürdürülebilirliği meselesi, aileye dair politika geliştirme ihtiyacını kaçınılmaz hale getiriyor.

Bu tür dinamikler, aileyi geleneksel bir konsensus alanı ya da evrensel bir değer olmaktan çıkararak, ideolojik ve politik görüşlerin çatıştığı veya uzlaşma zemini aradığı bir alana dönüştürüyor. Toplumsal değişimlerin merkezinde yer alan bu dönüşüm, hem bireysel hem de kolektif düzeyde aile kavramını yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. Bu bağlamda özellikle Amerika’da, aile ve LGBT+ tartışmalarının seçim gündeminde belirleyici bir unsur haline gelmesi dikkat çekiyor. Cumhuriyetçiler, aile değerlerini merkeze alan bir propaganda yürütürken, Demokratları aileyi yozlaştıran politikaları desteklemekle suçluyor. Ancak Nicolas Kristof’un New York Times’taki yazısı, bu eleştiriyi tersine çevirerek Cumhuriyetçilerin de aile konusunda örnek teşkil etmediğini ve özellikle Trump’ın özel hayatını eleştirerek bu iddiaların tutarsızlığını vurguluyor. Bu tartışmalar, siyasi arenanın merkezine yerleşirken ideolojik kamplaşmaları da derinleştiriyor.

Diğer yandan Melinda Cooper’ın 2017’de yayınladığı Aile Değerleri: Neo-liberalizm ve Yeni Toplumsal Muhafazakarlık Arasında’ kitabı, neoliberalizm ve yeni toplumsal muhafazakarlık arasında aileyi merkeze alan politikalar etrafında giderek artan bir ortak alan geliştiğini öne sürüyor. Ancak, her ne kadar bu iki ana siyasi damar söylemsel olarak aileyi merkeze alan politikalar geliştirme konusunda ortak bir noktaya doğru yaklaşıyor gibi görünse de, günümüz toplumsal dinamikleri bu politikaların uygulanmasında büyük zorluklar yaratıyor. Bu zorluklar, yalnızca belirli bir ülkeye özgü değil, küresel bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Çin’den Amerika’ya, Avrupa’dan Körfez ülkelerine ve Türkiye’ye kadar neredeyse her toplumda farklı biçimlerde ortaya çıkan bu sorunlar, ailenin toplumsal rolünü ve işlevlerini derinden hatta olumsuz şekilde etkilediğini belirtmek gerekiyor.

Büyük Dönüşüm Sürecinde Aileyi Konumlandırmak

Aile, insanın varoluşundan itibaren en temel ve çekirdek birlik olarak görülüyor. John Locke ve Jean-Jacques Rousseau gibi sosyal sözleşme teorisyenlerine göre, aile, bireyin toplumla ilişkisinin başlangıç noktasını oluşturuyor. Aile içinde kazanılan normlar ve ahlaki değerler, bireyin toplumla ve devletle kurduğu ilişkiyi şekillendiriyor. Bu bağlamda aile, toplumun bir "mikro modeli" olarak siyasal sistemin istikrarına da katkıda bulunuyor.

Sosyoloji çalışmalarının merkezinde yer alan aile, fonksiyonalist yaklaşımlar tarafından toplumsal düzenin istikrarını ve sürekliliğini sağlayan temel bir kurum olarak tanımlanmıştır. Ancak bu yaklaşım, günümüzde bireyselleşme olgusunun ivme kazanması ve aile yapılarındaki dönüşüm, bu yaklaşımın eleştirel bir perspektifle yeniden değerlendirilmesine neden olmuştur.

Toplumsal dinamiklerin bu denli hızlı bir dönüşüm geçirdiği dönemde, yeni sosyolojik paradigmaları analiz etmek ve devletin bu dönüşümleri dikkate alarak geliştireceği politikaların stratejik önemini kavramak kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelmiştir. Türkiye’nin hızla değişen sosyolojik yapısı da, aile ve toplumsal meseleler üzerine özgün bir perspektif geliştirilmesini zorunlu kılıyor.

Türkiye’nin Yeni Toplumsal Dinamikleri ve Aile

Cumhuriyet tarihinin ilk nüfus sayımı  1927 yılında gerçekleştirilmiş ve Türkiye nüfusu o dönem 13 milyon 648 bin olarak kaydedilmiştir. 2023 yılına gelindiğinde bu sayı 85 milyon 372 bini aşmış, nüfus 6 kattan fazla artmıştır. Nüfustaki bu hızlı artış, kırdan kente yoğun göç, üretim mekanizmalarındaki köklü dönüşümler ve dijitalleşmenin hayatın her alanına yayılmasıyla birlikte, Türkiye toplumunun yapısını derinlemesine değiştirmiştir. Bugün Türkiye, üretimden ekonomiye, sosyal ilişki ağlarından gündelik yaşam pratiklerine kadar her alanda büyük değişimlerin yaşandığı dinamik bir toplum olarak öne çıkmaktadır.

21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşanan gelişmeler, sanayileşme dönemindeki dönüşümleri dahi geride bırakacak bir hız ve derinlikle toplumu şekillendirmektedir. Küreselleşme, dünya çapında entegrasyonu artırırken, son yıllarda korumacı politikaların öne çıktığı bir döneme girdik. Ancak büyük teknoloji şirketlerinin artan hegemonyası ve yapay zeka gibi yenilikler karşısında bu politikaların ne kadar direnebileceği belirsizliğini koruyor. Türkiye’de dijital kullanım oranının %90’a yaklaştığı günümüzde, dijitalleşmenin toplumsal yapılar üzerindeki etkisi, dikkate alınması gereken en önemli dinamiklerden biri haline gelmiştir.

Dijitalleşmenin yaşamın her anını domine ettiği bu baş döndürücü dönüşüm süreci, toplumsal yapıları ve özellikle aileyi derinden etkiliyor. Geniş aile yapıların azalması, çekirdek ailelerde çocuk sayısının düşmesi, hane halkı büyüklüğünün küçülmesi gibi değişimler, aile yapılarında köklü dönüşümlere yol açıyor. Örneğin, Türkiye’de hane halkı büyüklüğü 2008 yılında 4 iken, 2023 yılında 3.14’e düşmüştür. Ayrıca boşanma oranlarındaki artış ve dijitalleşmenin yalnızlığı derinleştiren etkileri, aile yapılarında meydana gelen bu dönüşümün diğer önemli göstergeleridir. Bu dönüşümü en iyi yansıtan verilerden bir diğeri de, tek kişilik hane halklarının artışıdır. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, tek kişilik hane halklarının oranı 2014 yılında %13,9 iken, 2023 yılında %19,7’ye yükselmiştir. Sayısal olarak bakıldığında, 2014 yılında 2.931.085 olan tek kişilik hane halkı sayısı, 2023 yılında 5.192.825’e ulaşmıştır. Bu dramatik artış, dijitalleşmenin bireyler üzerindeki etkisini ve yalnızlaşma olgusunun toplumda giderek yaygınlaştığını gözler önüne sermektedir.

Sonuç olarak, dijitalleşmenin yaşamın her alanını dönüştürdüğü bu çağda, aile yapılarındaki değişimlerin sosyal politika geliştirme süreçlerinde merkezi bir yer edinmesi gerekmektedir. Aile içi ilişkilerdeki yeniden yapılanma ve toplumsal dayanışma ağlarındaki dönüşümler, yalnızca bireysel meseleler olarak değil, toplumsal istikrar ve siyasi güç dengelerini doğrudan etkileyen konular olarak ele alınmalıdır.

Bu bağlamda, aile artık bireysel bir yapı olmanın ötesine geçerek, birçok ülkede toplumsal ve siyasal gündemin ana unsurlarından biri haline gelmiştir. Türkiye’de ise bu alandaki artan ihtiyaçlara yanıt vermek amacıyla Cumhurbaşkanlığı himayesinde ve Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı koordinasyonunda kurulan Aile Enstitüsü, aile yapısındaki dönüşümleri derinlemesine analiz etmek, yeni perspektifler geliştirmek ve etkili politikalar üretmek adına stratejik bir girişim olarak dikkat çekmektedir.

Aile Enstitüsü: Toplumsal Dönüşümde Kritik Bir Aktör

Aile, toplumsal istikrarın temel taşı olmasının yanı sıra, siyasi ve ekonomik dengeleri etkileyen stratejik bir unsur olarak giderek daha fazla önem kazanmaktadır. Dijitalleşme, bireyselleşme ve küresel ekonomik dinamikler gibi modern dünyayı şekillendiren faktörler, aile yapısını hem tehdit eden hem de yeniden tanımlama fırsatı sunan unsurlar haline getirmiştir. Bu nedenle, aileyi ilgilendiren konularda stratejik bir bakış açısı geliştirmek yalnızca devletin değil, akademi, sivil toplum ve özel sektör dahil tüm paydaşların ortak sorumluluğudur.

Aile Enstitüsü, aile yapısını koruma ve güçlendirme hedefiyle toplumsal dönüşüm sürecinde kritik bir rol üstlenme potansiyeline sahiptir. Ancak, günümüzde mevcut sorunlara anlık çözümler sunmak yeterli değildir; toplumsal istikrarı sağlamlaştıracak ve geleceğe yönelik vizyoner politikalar geliştirecek sürdürülebilir ve evrensel bir yaklaşıma ihtiyaç vardır. Bu çerçevede uluslararası bir forumla Türkiye’de ki ve dünaydaki dinamikleri beraber değerlendirecek tüm paydaşların katılımıyla çıktılar üretebilmelidir.

Türkiye, düşünce kuruluşları ve strateji geliştirme konusundaki zengin mirasıyla, Aile Enstitüsü gibi girişimlere sağlam bir zemin sunmaktadır. Devlet Planlama Teşkilatı’ndan günümüzün kamu ve özel araştırma merkezlerine kadar uzanan bu birikim, politika geliştirme süreçleri açısından önemli bir avantajdır. Ancak, ABD'deki güçlü "think tank" kültürüyle karşılaştırıldığında, Türkiye’deki yapıların stratejik etkisinin sınırlı olduğu görülmektedir. Özellikle Aile çalışmalarını merkezine alan enstitü, düşünce kuruluşu ve araştırma merkezlerin azlığı gün gibi ortadadır. Bu fark, kaynak eksikliği, organizasyonel yapıdaki yetersizlikler ve politika üretim süreçlerindeki bütünsellikten uzak yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır.

Aile Enstitüsü, bu eksiklikleri aşmak için akademik dünyayı ve düşünce kuruluşlarını sürece entegre ederek, destekleyerek ve projeler oluşturarak bilimsel bir temel oluşturabilir. Yeni kurulan Milli İstihbarat Teşkilatı Akademisi, Milli Eğitim Bakanlığı Akademisi ve Dışişleri Bakanlığı’nın Stratejik Araştırmalar Merkezi (SAM) gibi örneklerin tecrübeleri, Enstitü’nün işlevselliği için değerli bir yol haritası sunabilir. Ancak bu tür girişimlerin başarısı, yalnızca bürokratik yapıların sınırlarında kalmaması; akademi, sivil toplum ve özel sektörün etkin katılımıyla mümkün olacaktır. Çok paydaşlı bir yaklaşım, bilimsel temelleri güçlendirmekle kalmayıp toplumsal ihtiyaçlara daha hızlı ve etkili çözümler sunma kapasitesini artıracaktır.

Bunun yanı sıra, Aile Enstitüsü, demografik dönüşümün getirdiği zorlukları da gündemine alacapı aşikardır.  Yalnız, 2015 yılında açıklanan "Ailenin ve Dinamik Nüfus Yapısının Korunması Programı" gibi eylem planlarına rağmen, boşanma oranlarının artışı, tek kişilik hane sayılarındaki hızlı yükseliş ve doğurganlık oranlarındaki düşüş, Türkiye’nin demografik yapısında ciddi bir dönüşümü işaret etmektedir. Bu çerçevede, yakın zamanda kurulan Cumhurbaşkanlığı bünyesindeki Nüfus Politikaları Kurulu ile iş birliği yapılarak, nüfus dinamikleri ve aile yapıları arasındaki ilişkiye dair kapsamlı politikalar geliştirilebilir.

Sonuç olarak, aile yalnızca bireysel bir mesele değil, toplumsal ve siyasi denge unsuru olarak ele alınmalıdır. Resmi kurumların hızlı bir şekilde devreye girmesi önemli bir başlangıçtır, ancak toplumsal anlayışta köklü bir dönüşüm sağlamak daha karmaşık ve uzun vadeli bir süreçtir. Bu nedenle, Aile Enstitüsü, kapsayıcı bir anlayışla hareket ederek bugünün sorunlarına çözüm üretmek ve geleceğin toplumsal dönüşümlerine yön vermek için zihinsel dönüşüme odaklanmalıdır. Hem yerel ihtiyaçlara cevap verebilen hem de küresel trendlere uyum sağlayan bir yaklaşım, bu girişimin sürdürülebilir başarısının anahtarı olacaktır.

İki Nokta

Kitap tanıtımı, biyografi, araştırma raporu, değerlendirme ve inceleme yayınları ile bölgesel veya küresel ölçeklerde güncel ya da yapısal sorunlar.