Seçilmiş Zihinlerden Seçilmiş Halka Amerika’nın “Mukadder Akıbeti
Harvard Üniversitesi’nin doktora programlarına getirdiği sınırlamalar, ABD’nin süper güç olmasını sağlayan küresel yetenek çeşitliliğinin katkısı yerine “seçilmiş halkın mukadder akıbeti” (Manifest Destiny) anlayışına dayanan bir zihniyetin geri dönüşünü yansıtıyor.
Harvard Üniversitesi, birçok doktora programında “mali baskılar” gerekçesiyle alımların tüm alanlarda %50’nin üzerinde azaltıldığı ve hatta bazı bölümlerde kontenjanların tamamen kaldırıldığı açıklandı. Bu kararlar yalnızca üniversite içi idari düzenlemelerin bir sonucu değil Amerika’daki entelektüel iklimin nereye yöneldiğinin, düşünce üretiminin hangi eksene kaydığının politik göstergeleridir.
Dünyanın en prestijli ve en zengin üniversitelerinden biri olan Harvard Üniversitesi’nin bilgi üretimine ket vurması kararı mali gerekçelere dayandırılıyor. Ancak bu kararların ardında, mali gerekçelerin ötesine uzanan; toplumsal gerilimler, Gazze soykırımı sürecinde gerçekleşen öğrenci protestoları, Siyonist bağışçı baskıları ve azalan devlet desteği gibi derin politik dinamikler yatıyor. Nitekim Gazze soykırımı öncesinde de uluslararası öğrencilere, özellikle Çin’den gelenlere yönelik dışlayıcı tutum ve söylemlerin artış gösterdiği görülüyor. Bu durum Amerika’nın bilim politikasını yeniden tanımladığını açıkça ortaya koyuyor. Bilgi artık evrensel ve kamuya ait bir değer olarak değil; Amerikan ulusuna hizmet etmesi gereken bir olgu olarak görülüyor ve bunun dışındaki her durum siyasal risk kabul ediliyor.
Tüm bunların ötesinde, Harvard’ın “mali baskı” ifadesini kullanması başlı başına sorgulanmayı hak ediyor. Bu durum en büyük ödeneği sağlayan bağışçıların ve devletin sürece müdahalesi ve piyasa mantığının düşünce alanına bütünüyle sızdığını açıkça gösteriyor. Artık bilgi üretimi; merakın, sorgulamanın ve yenilikçi fikirlerin değil, politik olanın nüfuz ettiği ve maliyet ve verimlilik tablolarının konusu haline gelmiş durumda. Oysa Amerika’nın yüzyıllık gücü yalnızca ordusundan ya da ekonomisinden değil; üniversitelerinin entelektüel üretim kapasitesinden, bilimsel faaliyetlerinden ve farklı sesleri bir araya getirebilme yeteneğinden besleniyordu. Bugün ise bu özgür düşünce alanı, “politik olarak fazla özgür” ve “yeterince işlevsel değil” gerekçeleriyle sistemli biçimde daraltılıyor.
Göç Algısının Tersine Dönüşü: Çeşitliliğin Reddi, Kimliğin Yüceltilmesi
Bir asır önce, Avrupa’dan gelen göçmenlerin Amerikanlaştırılması tartışılırken, ülkenin temel vizyonu bu nüfusu kapsamak ve seçkin zihinlerin buluştuğu Büyük Amerika kimliğini pekiştirmekti. Günümüzde ise bu yaklaşımın tersine bir yönelim söz konusu. Göçmen söylemi ülkeye sundukları katkı yerine verdikleri zararlar üzerinden şekillenmektedir.
Unutmamak gerekir ki, bugünün MAGA (Make America Great Again – Amerika’yı Yeniden Büyük Yap) liderlerinin önemli bir kısmının ataları bir asır önce Amerika’ya geldiklerinde temel tartışma konusu onların topluma entegre olup olamayacaklarıydı. Zamanla bu kuşak MAGA iddiasını taşıyan yöneticilere dönüştü. Ama unutulmamalıdır ki entegre olanlar yine Avrupalı beyaz nüfus üzerinden oldu.
Günümüzde Amerika, “seçilmiş halk” ve seçilmiş “beyaz adam” fikrini yeniden canlandırarak, beyaz Anglo-Sakson Protestan (WASP) kimliğini ulusal politikanın merkezine yerleştiriyor. Bu eğilim dışarıdan gelen göçmenlerle beraber yüzlerce yıldır Amerika’da yaşayan siyahları da dışlamaktadır. Böylece Amerika’nın ekonomik, kültürel ve entelektüel gücü ötekilere ve göçmenlere rağmen öz kimliğinin “Mukadder Akıbeti (Manifest Destiny)” zaten en büyük olmayı hak ettiği görüşünü ortaya konmaktadır.
Göçmenlerin ülkeye sundukları katkının gerçekliğini reddetmek, Amerika’nın bir diğer yüzü olan liberal değerleri ve özgür düşünceyi kendi elleriyle yok etmek anlamına geliyor. Bu durum Amerika’da kültür savaşının da bir diğer resmini ortaya koymaktadır. Belki de MAGA’nın bizatihi kendisi, paradoksal biçimde, Amerika’nın normatif ve entelektüel temellerini çökerten bir sürece dönüşüyor. Çünkü ne kendilerini “seçilmiş halk” olarak görenler Amerikayı tekrardan büyük yapmaya, ne de Amerika’nın bugünkü gücünü inşa eden “seçilmemiş halklar” arasında bulunan “seçilmiş zihinler” ülkeden ayrılmaya ve bu söylem ve bu politikalara hazır değil.
1930’ların Yankısı: Bilginin Sürgünü
Amerika’nın üniversiteyle ilişkisi 1930’ların Almanyası’nı hatırlatıyor. O dönemde Almanya, dünyada en çok Nobel ödüllü bilim insanı yetiştiren ülkeydi ve bilimsel üretimde açık ara lider konumundaydı. Dünyanın en iyi üniversitelerinin Almanya’da bulunduğu konusunda kimsenin şüphesi yoktu.
Fakat Nazi rejiminin üniversiteleri denetim altına almasıyla birlikte yüzlerce bilim insanı ülkeyi terk etti. Bu beyin göçü, İkinci Dünya Savaşı’nın seyrini değiştirdi. Çoğunlukla Amerika ve İngiltere’ye sığınan akademisyenler modern fiziğin, tıbbın, bilgisayar biliminin ve nükleer teknolojilerin gelişiminde belirleyici rol oynadılar. Özellikle nükleer silah teknolojisi bu dönüşümün merkezinde yer aldı.
Tarihçi Niall Ferguson’un savaşın kaderini cepheyle beraber Almanya’nın Nazi rejimi altında boşalttığı üniversitelerde de şekillendiğine değinmesi önemli bir noktadır. Bugün ABD benzer bir sürecin eşiğinde. Hatta Ferguson üniversitelerdeki woke kültürü eleştirirken sürecin buraya kadar gideceğini düşünüyor muydu sorulması gereken bir sorudur. Bu süreçte üniversitelerin cömert bağışçıları “liberal” üniversiteleri yalnız stratejik tehdit olarak görmüyor ve değiştirmeyi hedeflemiyor; bağışçılar üniversitelerden ideolojik sadakat bekliyor; sonuç olarak akademik özgürlük ortamı yerini kurumsal baskı ve denetime bırakıyor.
Tıpkı 1930’larda Almanya’nın kendi bilim insanlarının kaçmasına sebep olduğu gibi, Amerika da bilgi üretimini baskı altına alarak kendi entelektüel potansiyelini sürgüne gönderiyor. Bu durum, sadece üniversitelerin güç kaybetmesi değil, Batı’nın yüzyıllardır üzerine inşa ettiği ahlaki ve entelektüel zeminin de aşınması anlamına geliyor.
Manifest Destiny’nin Gölgesinde: Bilginin Irksal Daralması
Bugün Amerika’da etkin olan MAGA düşüncesi, 19. yüzyılın Manifest Destiny doktrininden, yani beyaz adamın üstünlüğü ve Tanrı tarafından seçilmişliği inancından beslenir. Bu süreç bir yenilenme çağrısı değil, bir geri dönüş mitidir: beyaz üstünlüğünün, toplumsal hiyerarşinin ve kültürel saflığın hüküm sürdüğü döneme nostaljik bir çağrıdır. Bu felsefe kurumların entelektüel üretimini korumasında yalnızca beyazların yapacağı katkının yeterli olacağı fikrine dayanıyor. Bu da doğrudan Amerikayı Amerika yapan öz kimlik olmakla beraber farklı milletlerden insanların sistem dışına atılmasını beraberinde getiriyor.
Bu ideoloji yalnızca siyaseti değil, kurumları da dönüştürüyor. Bu kurumsal dönüşüm sürecinde liberal yaklaşan kurumların işlevini yitirmesi ve politika değişimi de bu sürecin tezahürüdür. Ayrıca yeni sürecin “normatif gücü”, bizatihi beyaz olmanın yeterli olduğu anlayışına dayanır. Bu anlayış çerçevesinde evrensel değerlerin yerini kimlik, insanlık ideallerinin yerini ise üstünlük iddiası alır. Bu üstünlüğü sürdürmek uğruna her türlü aksiyonun mübah görüldüğü bir siyasi sistem inşa edilir.
Bu ideolojinin öne çıktığı yeni dönem, bazı düşünürlerin “Batı’nın yeniden sömürgeleştirmesi” olarak tanımladığı süreci de hızlandırıyor ki bu da “İsrailizasyon” mantığını temsil ediyor: kolonyalizmi, işgali ve yayılmayı “daha iyi” ve “üstün” olma iddiası üzerinden, karşısındakini de insandışılaştırarak meşrulaştırıyor. Artık üretilen politikalar, ahlaki bir hakikate değil; güce ulaşma arzusuna dayanıyor.
Sonuçta, Batı kendi kurduğu liberal düzeni terk ederken, evrensel değerlerin yerini kimlik temelli üstünlük anlayışı alıyor. Eğer 20. yüzyıl, beyin göçünün inşa ettiği üretken bir Amerika’nın hikayesi ise; 21. yüzyıl, kimlik siyasetiyle içine kapanan ve entelektüel zayıflamaya sürüklenen bir Amerika’nın hikayesi olmaya aday görünüyor.