
Eğitimin Dekolonizasyonu Üzerine III
Yarı Şeytan, Yarı Çocuk Halklara Karşı “Beyaz Adamın Yükü”
Ne acı tesadüftür ki, bugün daha çok çocuklara yönelik hikâyeleriyle tanınan Nobel Edebiyat Ödüllü İngiliz yazar Rudyard Kipling, 1899 yılında Avrupa sömürgeciliğini yücelten bir şiir kaleme almıştır. Şiirin adı, Türkçeye “Beyaz Adamın Yükü” olarak çevrilen The White Man’s Burden’dır. Kipling bu şiirinde, sömürgeciliği beyaz ve Batılı ulusların Batılı olmayan halkları “yüceltme”, onları sözde medeniyetle tanıştırma sorumluluğuna sahip olduğu fikri üzerinden işler ve bunu bir tür ahlaki görev olarak sunar.
Şiirde geçen “half-devil and half-child” yani “yarı şeytan, yarı çocuk” ifadesi, Batılı olmayan halklara atfedilen çifte bakışı yansıtır. “Yarı şeytan”, bu halkların vahşi, ahlaksız, şiddet eğilimli ve medeniyetsiz görülmesini; bu yüzden de kontrol edilmeleri, dizginlenmeleri ve baskı altında tutulmaları gerektiğini anlatır. “Yarı çocuk” ise onların olgunlaşmamış, saf, bağımlı ve kendi kendini yönetmekten aciz varlıklar olarak tasvir edilmesini; dolayısıyla da babacan, paternalist bir rehberliğe muhtaç olduklarını dile getirir. Böylelikle sömürgecilik, gerçekte baskı, tahakküm ve sömürü anlamına gelirken, bu tür söylemler aracılığıyla bir medeniyet görevi, insanlığa hizmet eden yüksek bir misyon gibi gösterilmiş; Batılı ulusların sömürgeci politikaları meşrulaştırılmıştır. Bu söylemin edebiyat aracılığıyla yapılmış olması, dilin dekolonizasyonunun ne denli önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmaktadır.
Dilin Dekolonizasyonu ve Lingua Franca
Bugün, özellikle yazı dilinde en çok üretilen edebî eserlerin büyük çoğunluğunun İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Almanca olması elbette bir tesadüf değildir. Bu durum, yalnızca kültürel bir tercih ya da rastlantı değil, uzun yüzyıllara dayanan sömürgecilik pratiklerinin doğrudan bir sonucudur. Çünkü epistemik sömürgecilik, yani bilginin sömürgeleştirilmesi, aslında zihinlerin sömürgeleştirilmesi anlamına gelir ve bunun en temel ön koşulu da dilin sömürgeleştirilmesidir. Bir dil baskın hâle geldiğinde, sadece iletişim aracı olmakla kalmaz; aynı zamanda bilgi üretiminin sınırlarını, hangi kültürün görünür olacağını ve hangi bakış açılarının değerli sayılacağını da belirler.
Bu bağlamda “lingua franca” ifadesi, tarih boyunca bu ön koşulun bir gereği olarak işlev görmüştür. İlk olarak Akdeniz’de ticaret için kullanılan bir pidgin dili tanımlamak üzere ortaya çıkan bu kavram, zamanla herhangi bir baskın ortak dili ifade eder hâle gelmiştir. Bugün de İngilizce başta olmak üzere Fransızca, İspanyolca ve Portekizce gibi dillerin lingua franca olarak kullanılmaya devam etmesi tesadüf değildir. Bu diller, tarafsız bir evrim süreciyle değil; emperyal genişleme, yerel dillerin bastırılması ve eşitsiz güç ilişkileri sonucunda baskın konuma gelmiştir. Dolayısıyla, “küresel bir dil” düşüncesinin kendisi dahi derinden bir epistemik adaletsizlik ile bağlantılıdır.
Bu dil yaklaşımının bizim eğitim sistemimize de elbette yansımaları vardır. Bilhassa yabancı dil olarak halen Türkiye’de sadece İngilizce eğitiminin akla gelmesi tartışılması gereken konuların başında gelmektedir. Doğu ve Asya dillerinin yabancı dil olarak öğretiminin Türkiye’de yaygınlaştırılması ve bu konuda bir strateji geliştirilmesi ekonomik göstergeler ve Türkiye’nin çok taraflı dış ilişkiler vizyonu ile de uyum sağlayacaktır.
Bununla birlikte halen Türkçe eğitiminde kapsamlı bir söz varlığı çalışmasının olmaması eğitimde dilin dekonolonizasyonu açısından engel oluşturmaktadır. Çocukların eğitimde kelime ve ifade kazanımları konusunda açık hedeflerin oluşturulmaması ve ders araç gereçlerinin buna uygun hazırlanmaması dili sömürüye daha açık hale getirmektedir. Öyle ki Türkiye’de İngilizce eğitim materyalleri ile kıyaslandığında ne yazık ki Türkçe materyalleri aynı nitelikte ve özende değildir. İlkokul öğrencilerinin söz varlığını geliştirmek amacıyla Enstitü Sosyal tarafından başlatılan araştırmanın Ekim 2025’te yayınlanacak bulguları bu bakımdan güçlü bir içerik oluşturma potansiyeline sahiptir.
Öğretmen Yetiştirmenin Dekolonizasyonu
Bugün ülkemizde öğretmen yetiştirme pratiklerine bakıldığında, kullanılan teorik ya da pratik pek çok araç ve yaklaşımın ciddi bir Türkiye özgünlüğü sorunu taşıdığı görülmektedir. Öğretmen yetiştirme süreçlerinde hâlen ülkenin kendi pedagojik, sosyolojik ve kültürel ihtiyaçlarına uygun, köklü ve kapsayıcı bir model tasarımına ulaşılamamıştır. Uyguladığımız öğretmen eğitimi yaklaşımlarının ve modellerinin büyük kısmı, Batı’nın çevre ülkelere ihraç ettiği eğitim kuramlarıdır. Bu teoriler arasında bir zamanlar çok popüler olan ancak bilimsel olarak çürütülmüş ya da en azından güçlü bir şekilde sorgulanmış pek çok yaklaşım bulunmaktadır.
Geçtiğimiz günlerde bir grup öğretmenle sohbet ederken, zekâ, çoklu zekâ kuramı ve öğrenme stilleri gibi Batı kökenli, günümüzde ise geçerliliği sorgulanan bazı teorilere hâlâ bağlı kaldıklarını fark ettim. Bu gözlem beni hem şaşırttı hem de üzerine uzun uzun düşünmeye yöneltti. Çünkü bu kabullenme, yalnızca bireysel tercihlerden değil, daha derin bir yapısal sorundan kaynaklanıyor. Geçtiğimiz yıl öğretmenlerle yaptığımız bir araştırmada ise, geçerliliğini yitirmiş ve eğitim safsatası olarak nitelendirilen çoklu zekâ, öğrenme stilleri gibi Batı kaynaklı bazı nöromitlere nasıl yaklaştıklarını sorduk. Çoğunluğun bu safsataları benimsediği, sınıflarında uyguladığı ve takip ettiği görüldü. Nereden öğrendiklerini sorulduğunda da ise genellikle mezun oldukları eğitim fakültelerini işaret ettiler.
Aslında bu tablo, bizim halen yoğun şekilde bir epistemik sömürgecilik sürecine maruz kaldığımızı açıkça gösteriyor. Yani bilginin üretiminde ve eğitim alanındaki yönelimlerde kendi özgün durumumuz ve ihtiyaçlarımızdan çok dışarıdan aktarılan, sorgulanmadan kabul edilen bilgi ve yöntemler belirleyici olmaktadır. Bu da öğretmen yetiştirmede bağımsız bir paradigma geliştiremediğimizin göstergesidir. Sömürgeci eğitimin en temel özelliklerinden biri, yalnızca zor yoluyla değil, aynı zamanda rıza üreterek varlığını sürdürmesidir. Bu nedenle, Türkiye’nin kendi eğitim ekosistemine uygun, yerli, özgün ve millî bir öğretmen yetiştirme modelini geliştirmesi kaçınılmaz bir ihtiyaçtır.
Müfredat ve Ders Kitaplarının Dekolonizasyonu
Türkiye’de müfredatın ve ders kitaplarının içerik, yöntem ve yaklaşım açısından tam anlamıyla Türkiye’nin sosyolojik, kültürel ve manevi özgünlüğünü yansıtması büyük önem taşımaktadır. Ancak bu noktada ciddi bir sorunla karşı karşıyayız. Millî Eğitim sistemi uzun yıllardır Batı merkezli eğitim modellerinden ve onların ortaya koyduğu sınıflandırma ile yöntemlerden etkilenmektedir. Bu etkilenme çoğu zaman eleştirel bir süzgeçten geçirilmeden doğrudan kabul edilmekte ve uygulamaya konulmaktadır.
Nitekim bugün dahi öğrencilerin gelişim düzeyleri, müfredatta ve ders kitaplarında hâlâ ağırlıklı olarak Bloom’un taksonomisi ve Piaget’in bilişsel/ahlak gelişimi kuramları esas alınarak değerlendirilmektedir. Oysa Bloom’un taksonomisinin ortaya çıktığı yıllar 1949-1953 yılları arasına denk gelir; yani bu yaklaşım, yaklaşık 70 yıl önceki dünyanın ruhunu ve bilgi anlayışını yansıtmaktadır. Piaget’in ahlak gelişimi teorisi ise 1965’te yayınlanmıştır. Bugün ise 2025 yılındayız. İnsanlık bu süre zarfında bilgiye erişim, öğrenme biçimleri ve pedagojik yaklaşımlar konusunda olağanüstü bir değişim ve dönüşüm yaşamıştır. Dijitalleşme, yapay zekâ, küreselleşme gibi faktörler, eğitimin doğasını kökten dönüştürmektedir.
Ancak buna rağmen hâlâ Türkiye’de müfredat ve ders materyalleri, 20. yüzyılın ortalarında geliştirilmiş, Avrupa merkezli yaklaşımlardan izler taşımaktadır. Bu durum, okulların çağdaş sosyolojik gerçeklikler karşısında işlevsiz hâle gelmesine yol açmaktadır. Çünkü öğrenciler, kendi kültürel bağlamlarından uzak, evrensel görünümlü ama aslında Batı merkezli bilgi kalıplarında kalmaktadır. Oysa Türkiye’nin kendi sosyo-kültürel ihtiyaçlarına uygun, özgün bir gelişim psikolojisi yaklaşımını ve özgün pedagojik modellerini geliştirmesi artık kaçınılmazdır. Eğitim sisteminin kendi epistemik bağımsızlığını kurabilmesi, ancak böyle mümkün olacaktır. Bu bakımdan kişisel başarıları hedefleyen meritokratik gelişimsel yaklaşımları artık bir kenara koyarak insan insana etkileşimi ve dayanışmayı destekleyici bir eğitim sistemini oluşturmak mecburiyetindeyiz. Zira meritokrasinin toplumları getirdiği üstünlüğe dayalı ilerlemeci sosyal Darwinist perspektifin insanlığı getirdiği nokta bugün hem kişilerin ruh sağlığını hem de toplumların birlikte yaşama deneyimlerini tehdit eder bir düzeye gelmiştir. Bu da sömürgeciliğin kendisini yeniden üretmesine sebep olmaktadır. Nitekim, sömürgeciliğin tarihsel olarak bittiği savunulsa da zihniyetinin hâkim bir eğitim yaklaşımı olduğu şüphesizdir.
Yeni Sömürgecilik Formu: Dikkatin Sömürülmesi
Bugün, sömürgeci güçlerin 1500’lü yıllarda olduğu gibi yeni coğrafyaları sömürmek için gemilere, ordulara ya da silahlara ihtiyaçları bulunmamaktadır. 2025 dünyasında sömürgeciliğin aldığı yeni form, çok daha görünmez ama bir o kadar da etkili bir araç üzerinden işlemektedir: dijital medya. Artık ülkelerin doğal kaynaklarını ya da topraklarını ele geçirmek yerine, bütün dünya halklarının en kıymetli ve sınırlı kaynağı olan dikkatleri sömürülmektedir.
Son yirmi yılda teknoloji devlerinin geliştirdiği sosyal medya platformları, arama motorları ve çevrimiçi içerik ağları, insanların zihinsel enerjilerini ve odaklarını sürekli olarak kendilerine çekmek üzere tasarlanmıştır. Çünkü günümüzde dikkatin devasa bir ekonomik değeri olduğu keşfedilmiştir. Reklam endüstrisi, kullanıcıların platformlarda geçirdiği her saniyeyi ölçmekte ve bu zamanı doğrudan paraya dönüştürmektedir. Böylece dikkat, küresel ölçekte en kârlı emtialardan biri hâline gelmiş; adeta yeni çağın petrolü olarak görülmeye başlanmıştır.
Bu süreçte en büyük zararı gören kesim ise çocuklar ve onların dikkatleridir. Henüz rasyonel karar verme melekeleri tam olarak gelişmemiş olan çocuklar, dijital dünyanın çekiciliği karşısında çok daha kırılgan ve savunmasızdır. Renkli görseller, hızlı tüketilen içerikler ve algoritmaların yönlendirdiği akışlar, çocukların dikkatini sistematik bir şekilde kuşatmakta ve onların uzun süreli odaklanma becerilerini zayıflatmaktadır.
Dijital sömürgeciler için çocukların dikkati, yetişkinlere kıyasla çok daha elverişli bir hedef hâline gelmiştir. Çünkü bu yaş grubunun hem merak duygusu daha yoğun hem de eleştirel filtreleri daha zayıftır. Böylece çocuklar yalnızca tüketici olarak değil, aynı zamanda geleceğin kullanıcı kitlesi olarak şimdiden bağımlı hâle getirilmektedir. Bu durum, dijital sömürgeciliğin en tehlikeli boyutlarından birini oluşturmaktadır.
Sonuç: Dekolonizasyonun Ortak Sorumluluğu
“Eğitimin Dekolonizasyonu” başlıklı üç makalelik yazı dizisi boyunca, sömürgeciliğin yalnızca tarihsel bir olgu olmadığını; bilginin üretiminden pedagojik yöntemlere, müfredattan dijital medyaya kadar farklı alanlarda hâlâ etkisini sürdürdüğünü ele aldık. İlk yazıda kavramsal çerçeveyi çizerek kolonizasyonun insan, bilgi ve eğitim üzerindeki yıkıcı izlerini tartıştık. İkinci yazıda, sömürgeciliğin bilginin üretim ve dolaşım süreçlerini nasıl dönüştürdüğünü, epistemik bilinç ihtiyacını ve pedagojik iktidarın kültürel asimilasyondaki rolünü inceledik. Üçüncü ve son yazıda ise dilin, müfredatın, öğretmen yetiştirmenin ve dijital medyanın sömürgeci mirasın günümüzdeki en somut alanları olduğunu vurguladık.
Sonuç olarak, dekolonizasyon yalnızca tarihsel bir hesaplaşma değil; bugünün eğitim politikalarını, dil tercihlerini, öğretmen yetiştirme modellerini ve dijital dünyadaki kırılganlıklarımızı yeniden düşünme çağrısıdır. Eğitimde gerçek özgürleşme, ancak epistemik bağımsızlığın, kültürel özgünlüğün ve çoğulcu bilgi anlayışının inşasıyla mümkün olacaktır. Bunun için ülkemizde yapılması gereken çok şey vardır; her kuruma ve her bireye düşen sorumluluk büyüktür. Ancak bu ortak çaba sayesinde eğitim sistemimiz kendi özgünlüğünü bulabilir ve dünyaya da epistemik adaleti teklif eden bir üçüncü yol sunabilir.