
Antinatalist Politikaların Demografik Dönüşüm Üzerindeki Etkisi
Türkiye kamuoyunu son günlerde en çok meşgul eden konuların başında, doğum oranlarındaki düşüş ve buna bağlı olarak gelecekteki nüfus projeksiyonları geliyor. Ancak yalnızca bugünü ya da son birkaç on yılı esas alarak sorunu anlamaya çalışmak ve sürdürülebilir çözümler üretmek yetersiz kalır. Türkiye’de yaşanan demografik dönüşümü ve doğurganlık oranlarındaki düşüşün nedenlerini anlayabilmek için dikkatle incelenmesi gereken başlıca süreçlerden biri, uzun bir dönemi kapsayan nüfus politikalarıdır. Bu bağlamda, son yüzyılın tarihsel arka planı değerlendirildiğinde üç ana nüfus politikasından söz edilebilir: İlki, 1923-1965 yılları arasında uygulanan pronatalist (nüfus artırıcı) politikalar; ikincisi, 1965-2000 yılları arasındaki natalist (nüfus planlayıcı) yaklaşımlar; üçüncüsü ise 2000 sonrası dönemde yeniden benimsenen pronatalist politikalar olarak öne çıkar.
Nüfus Politikalarının Etkisi
Bu politikaların etkisi yalnızca doğurganlık oranlarında değil, aile yapısında da gözlemlenebilir. 1950’li yıllarda ortalama hane halkı büyüklüğü 6 kişiyken, bu sayı 2000’lerde 4’e, 2024 itibarıyla ise 3 kişiye düşmüştür. Ancak değişen yalnızca rakam değildir; aynı zamanda aile yapısının niteliği ve toplumsal işlevi de dönüşmüştür.
Aile yapısında yaşanan dönüşümde özellikle 1965 - 2002 arasında uygulanan antinatalist politikaların belirleyici rolü yadsınamaz. 1965 yılında başlayan antinatalist politikalar, doğrudan nüfus azaltmayı hedeflemiş, doğurganlık oranları düşmüş, ailelerin küçülmesi söz konusu olmuştur. Dolayısıyla günümüzdeki doğurganlık düşüşünü değerlendirirken bu uzun vadeli politikaların toplumsal yapıyı dönüştüren etkisini göz ardı etmemek gerekir. Zira bu politikalar, sadece bir sağlık ya da kalkınma meselesi değil; aynı zamanda yapısal bir toplumsal mühendislik süreci olarak karşımıza çıkmaktadır.
Antinatalist Politika Sürecinde Neler Yaşandı?
1923 - 1963 arası dönem, pronatalist yani nüfusu artırmaya yönelik politikaların hâkim olduğu bir zaman dilimidir. 1930 tarihli Umumi Hıfzıssıhha Kanunu, doğum kontrolünü engelleyen düzenlemeler içermekteydi. 1593 sayılı bu kanun kapsamında, gebeliğe engel olan ya da çocuk düşürmeye yarayan her türlü araç ve gereç yasaklanmıştı. Bu politikalar, doğurganlığı teşvik etmeyi amaçlayan açık bir devlet müdahalesiydi.
Ancak 1965 yılı itibarıyla, fazla nüfusun kontrolsüz artışının ekonomik kalkınmaya engel oluşturduğu görüşü ön plana çıkmıştır. Bu tarihten sonra antinatalist politikalar uygulanmaya başlanmış ve ‘‘az çocuk sağlıklı çocuk’’ anlayışı yaygınlaşmıştır. 557 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun, 1930’lardaki Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nda yer alan gebeliği ve çocuk düşürmeyi engelleyen kuralları yürürlükten kaldırmıştır. Böylece, doğum kontrolü ve kürtaj gibi uygulamalar yasal çerçeveye alınmış, doğumu artırıcı ifadeler mevzuattan çıkarılmıştır. Bu süreç, Türkiye’nin pronatalist politikalardan antinatalist politikalara geçişinin kurumsal ve yasal ifadesi olmuştur.
Antinatalist yaklaşımlarda belirleyici olan bir diğer unsur beş yıllık Kalkınma Planlarıdır. Birinci Kalkınma Planına sevk eden temel neden nüfusun hızlı artışıdır. Nüfus artışı, kontrolsüzlük ve azgelişmişlik ile ilişkilendirilmiş; bu bağlamda Nüfus Planlaması Kanunu yürürlüğe girmiştir. Kalkınma planlarıyla birlikte nüfus azaltıcı politikalar daha sistematik bir biçimde uygulanmaya başlanmıştır. Bu uygulamaların etkisiyle, 1960’larda 6,19 olan doğurganlık oranı 1975’te 4,97’ye düşmüştür.
Antinatalist Politikaların Gerekçeleri ve Sembolik Temsilleri
Antinatalist politikaların iki temel gerekçesi vardır. Bunlardan biri nüfus artışının ekonomik kalkınmaya engel olduğu ve anne-çocuk sağlığını koruma gerekçesidir. Bu dönemin devlet destekli afiş, broşür, pul ve medya kampanyalarında çekirdek aile ideali vurgulanmıştır. Türkiye Aile Planlaması şeklinde içerikler hazırlanmış; anne, baba, çocuk neşeyle bir arada gösterilmiştir.
Aile ve nüfus konusu bir planlama olarak görülmeye ve doğal olan kontrol edilmeye başlamıştır. 1983’te ‘‘Aile Planlaması’’ ifadesi bir devlet politikası olarak kullanılmıştır. Bu yıllarda PTT tarafından ‘‘Aile Planlaması ve Ana Çocuk Sağlığı’’ konulu pul serisi modern aile vurgusu ve nüfus kontrolü içeren mesajlar yayınlanmıştır. PTT pulu üzerinde gördüğümüz ‘‘Az çocuk, mutlu ailedir’’ cümlesi devletin nüfus azaltıcı politikasının sembolik bir diğer yansımasıdır.
1980’li yıllarda antinatalist politikaların sembolik bir ifadesi olan “Az çocuk, mutlu ailedir” sloganı, sadece resmî belgelerde değil, günlük yaşamda da yer bulmuştur. Bu söylem, 2020’li yıllarda toplumun önemli bir kesimi tarafından çocuk sahibi olma yaklaşımını yansıtan bir ifadeye dönüşmüştür. 1986 yılında kibrit kutularında yer alan “Ülkelerin hızlı nüfus artışı sürekli barışı tehlikeye sokar” ve “Güçlü olmak için nüfusun hızla artışı değil, sağlıklı ve eğitilmiş nesiller gerek” gibi sloganlar, nüfus kontrolü anlayışının gündelik yaşamda nasıl görünür kılındığını ortaya koymaktadır. Bu mesajlar, mutlu ailenin aralıklı doğum ve az çocuk ile mümkün olabileceği fikrini yaygınlaştırmayı hedeflemiştir.
Beden Politikaları ve Biyopolitika
1965’li yıllardan 2000’li yıllara kadar uzanan süreçte, ‘‘az çocuk = sağlıklı aile’’ anlayışı nüfus politikalarının temel mottosu haline gelmiştir. Az çocuk sahibi olmak, sağlık ve huzurun bir göstergesi olarak övülmüş; gebeliği önleyici ilaç ve uygulamaların kullanımı teşvik edilmiştir. Ancak bu yaklaşımların, bireyin bedenine yönelik bir müdahale olduğunu unutmamak gerekir. Burada, yalnızca sağlık değil, bireyin tercihlerine dair bir yönlendirme ve denetim söz konusudur. Bu durum, Foucault’nun biyopolitika kavramıyla ifade ettiği üzere, bedenin bireysel değil; devletin kalkınma hedefleriyle uyumlu biçimde yönetilmesi gereken bir alan olarak görülmesine neden olmuştur. Bu müdahale, yıllar içinde toplumsal eğilimleri şekillendiren güçlü bir araç haline gelmiştir.
Antinatalist politikaların bugünkü karşılığını nerede ve ne şekilde görebiliriz?
İlkokullarda öğretmenlerin “kaç kardeşsiniz” sorusunu unutmamak gerekir. Kardeş sayısınız sizin nasıl bir aileye sahip olduğunuzu hatta geleneksel mi yoksa modern mi olduğunuzu gösteren işlevsel bir soruydu. Çok kardeş olmak övülen değil, etiketlenen bir şeydir. Ailelerin gelişmişliği, gelenekselliği hatta ne kadar Doğulu olduğu kardeş sayısından saptanırdı. Tek çocuk olmak veya iki kardeşli olmak modern aile yapısıyla ilişkilendirilmiştir. Kardeş sayısı üzerinden etiketlemenin 2002 sonrası pro-natalist politikalara rağmen hala devam edildiği görülmektedir.
1980’lerde pul ve afişlerde yer alan “Bakabileceğin kadar çocuk sahibi ol” sloganı, bugün ebeveynlerin en yaygın kullandığı cümlelerden biri haline gelmiştir. “Bakamayacağın çocuğu doğurma” anlayışı, bireysel bir sorumluluk gibi görünse de köklerini, devletin uzun yıllar boyunca uyguladığı anti-natalist politikalardan alır. Bu anlayışla birlikte çocuk sahibi olmak, “ekonomik kalkınmanın önündeki bir engel” olarak tanımlanmıştır. Benzer şekilde, bir dönem devlet politikası olarak az çocuklu ailenin daha mutlu ve sağlıklı olduğu savunulurken, günümüzde ebeveynler arasında “az çocuk, nitelikli çocuk” söylemi öne çıkmaktadır. Neticede, “az çocuk, mutlu aile” teması yalnızca bir nüfus politikası değil; aynı zamanda bireyin bedeni üzerinden şekillenen bir toplum mühendisliği projesi olarak işlev görmüş ve zamanla toplumsal normlara içselleştirilmiş bir beden siyasetine dönüşmüştür.